Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Hoşgeldiniz, Misafir
Son Ziyaretiniz: Perş. Ocak 01, 1970
Toplam Mesajınız: 17
 

AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

Psikoloji ile ilgili Makaleler

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek
Yazar Mesaj
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:08 pm

Psikoloji ile ilgili Makaleler




HAYAL VE YARATICILIK



"Bir hayalin gerçek olması kadar hayal kırıcı bir şey yoktur."

Sözü size ne düşündürüyor ?


Hayallerin gerçekleşmesi o hayalleri kurduğumuz anlarda hissedeceğimizi düşündüğümüz tatminden neden daha yavan geliyor bizlere acaba, hiç düşündünüz mü?


Hatta gerçekleşen bir hayalinizi hatırlayın hemen şimdi, neler ummuştunuz, hayaliniz gerçek olunca ne buldunuz karşınızda, duygularınız sizi hayal kırıklığına mı sevk etti?


Çok mu karamsar bir tablo çizdim, artık hayal kurmayın mı demek istedim acaba ! Hayır sevgili dostlar, lütfen okumaya devam edin.

Hayal kurma eylemine farklı bir açıdan bakalım; hayal, hedef ve yaratıcılık arasındaki ilişkiye…

Hayal kurmak beyni o hayali gerçekleştirmek için fikir üretmeye sevk eder ki bunun bir adı da yaratıcılıktır. Yaratıcılık için temel olarak; merak duygusuna, zekaya ( IQ ve EQ beraber tabii ki), üretme isteğine ( çalışkanlığa ) ve espri yeteneğine ihtiyaç duyarız ama bunlar yetmez hayalimizi hedefimiz haline getirebilmeye…


Hayalle hedef arasındaki fark nedir?

EYLEMDİR…
Hayalin bizi zorlaması gerekir hedefe ulaşabilmek yani başarabilmek için...
Peki başarınca ?
Eğer onun kadar güçlü yeni bir hayal ( hedef ) bulamazsak, işte o zaman sorun çıkar; bizi yaşama bağlayan, üretime iten gücümüzü yitiririz.
Hayal yoğun değilse yaratıcı olmaya gerek duymaz beynimiz. Eyleme geçmeye üşenir, acaba neden?

Hepimizin beyninde “Retiküler Korteks” diye adlandırılan özel bir organ var. Bu organın işlevi duyularımız tarafından algılanan her bilgiyi beynimizin ilgili kısımlarına dağıtması.


Retiküler Korteksimizde özel bir faaliyete geçirme sistemi bulunur. Retiküler Korteksimize belirli bir hedef için mesajı gönderdiğimizde, beynimiz radarını o hedef için açar.


Bizim hedeflerimize ulaşmamız için algımızı hedefimiz yönünde çalıştırır. Günlük aktiviteler içinde biz unutsak dahi hayalimizi gerçekleştirecek fikirleri aramaya devam eder. Hedefimizle ilgili bir bilgi veya fırsatla karşılaştığında anında bizi uyarır, hatta beyni alarma geçirir.


Maalesef bu inanılmaz organın küçük bir sorunu var, Retiküler Korteksimize ve bilinç altımıza yeterince açık talimatlar vermezsek ne aradığını bilemiyor, bilmeyince algılayamıyor, algılayamayınca bizi uyaramıyor. Bizde hep bir şeyleri hayal ediyoruz ama çok ayrıntılı, renkli ve coşkulu hayaller kurmadığımız için gerekli “ara-bul” komutunu vermemiş oluyoruz bu değerli organa.


Demek ki yapılacak işlem çok basit, hayalimizi çok ayrıntılı, renkli, gerçekleşebilecek boyutlarda, zaman kısıtları koyarak senaryolaştıracağız ( düşünsel olarak filme çekeceğiz ) Beynimizde bu filmi ara sıra oynatıp düzeltmeler yapacağız ki buna “görselleştirme” deniyor. Bazı spor takımları hiç antrenmana çıkmadan sadece bu teknik ile çalışıyor ve antrenmana çıkanlar kadar hatta fiziksel antrenmanda yapmışlarsa diğerlerinden çok daha iyi sonuçlar alıyorlar.


Şimdi gözlerinizi kapatın ve düşünün ulaşmaya değer bir hayaliniz var mı?

Bu hayali hedef haline getirmeye hazır mısınız?


Zor değil, bir kez başlayın gerisini beyniniz halledecek ama emrin sizden gelmesi lazım.
Ne zaman geleceğini bilmeyi istemediğimiz o son ana kadar hayal kurmaktan vazgeçmeyelim ve başardığımız her hedeften sonra onun yerini alacak ondan daha zorlu bir hedef ( hayal ) yaratalım.


Gökkuşağı renklerinde hayallerimiz, başarmaya değecek hedeflerimiz, bizi yaşama bağlayacak umutlarımız hiç bitmesin. Barışın, demokrasinin, insana ve fikre saygının tam anlamıyla temel değerler olarak kabul edildiği bir dünyada yaşama hayalimizi hiç yitirmeyelim.

Dostçakalın,


Dilek Uçay
Yönetim ve Eğitim Danışmanı
DEPRESYONDASINIZ…


Peki Bu Sıkıntılı Ruh Halinden Nasıl Kurtulabilirsiniz ?

Yaşamakta olduğunuz bu mutsuzluğa karamsarlıkla bakıp “umutsuz, çaresiz “ olarak görüyor olabilir ya da depresyon belirtilerini yok sayıp ve ya görmezden gelmeye çalışarak onlara bir kılıf uydurmak istiyor olabilirsiniz. Ancak bu iki yol da sizi depresyondan kurtarmak için yeşil ışık yakmaz. Oysa ki depresyonu dürüstçe kabul edip, onu göğüslemeye karar verdiğinizde yaşanılan sıkıntılar, olumlu sonuçlara doğru şekil almaya başlayabilir. Peki, sıkıntıdan kurtulmaya nereden başlamalıyız, en önemli soru bu…

Yaşamakta olduğunuz problemi tanımlayın : İster sıkıntılı, yalnız, yorgun, tükenmiş olun veya cesaretiniz kırılmış olsun; düzelmeye doğru ilk adım; bir probleminiz olduğu gerçeğini kabul edin ve onunla yüzleşmeye hazır olun. Bu adım küçük ve aşina olduğunuz bir eylemmiş gibi gelebilir ancak unutmayın en büyük başarılar küçük gördüğümüz adımlarla başlar. Yardıma ihtiyacı olduğunu kabul etmek istemeyen bir kişiye en etkili çözümlerin bile yardımı dokunamaz.
Yardıma ihtiyacınız olduğuna karar verin : Bazı insanlar mutsuz ve yalnız olmaktan gerçekten hoşlanabilirler. Bu durumu fark eden ve farklı algılayıp, onun bir yardıma ihtiyacı olduğunu hisseden biri, o kişiye bir yardım eli uzatabilir ve bu muhtemelen karşısındaki kişi tarafından geri çevrilir. Kişi yardım isteyene kadar, çözümün ana hatlarını çıkartmak zordur.
Problemin nedenlerini araştırın : Bunalımlı ruh haliniz, kendinize mal etmek yerine, yaşamakta olduğunuz sıkıntıların nedenlerini olumlu ve dürüst bir bakış açısıyla araştırın. “Beni bu duruma getiren şey nedir? Niçin kendimi böylesi kötü hissediyorum? Aslında ben ne istiyorum? Farkında olmadan yaptığım yanlışlarım neler olabilir? “ gibi basit soruları kendinize sorun, sorun hakkında bilgi toplayın. Hafif bir depresyonda bazen bu minik ve basit soruların çok da işe sorunu çözmede çok da işe yardığı görülür.
Kendinize alternatifler yaratın :Depresyonunuzu bir çok yönüyle ortaya çıkardıktan sonra bir danışmandan yardım alın. Depresyonunuz fiziksel bir semptomla ilişkili olabilir yada alışkanlık haline getirdiğiniz davranışlar olabilir ( çok fazla kahve içmek, fazla şeker kullanmak…) İç sıkıntınızın nedeni bu küçük ihmaller de olabilir.
Kendinize acımaktan vazgeçin : Bir insan sadece, kendisine acıma duygusuna kapıldıktan sonraki dönemde depresyona girer. İçinde bulunduğunuz durumu kabullenip, durumunuzu bir memnuniyet duygusuyla ayarlayabilirsiniz.
Sorunlardan kaçının : Güçlü bir ruh halinde değil iken üzüntülü insanlarla birlikte olmamanız özellikle önem taşır.Kolaylıkla depresyona giren bir insansanız, sürekli hastalıklarını anlatan bir arkadaşınızla birlikte olmayın.İki üzgün ruhun bir araya gelmesi kötü bir grup oluşturur.Beyninizi olumsuzluktan kurtarıp, olumlu şeyleri ön plana çıkarın.
Psikolog Esin AŞKIN

ÇOCUK , ERGEN VE MEDYA

ÇOCUĞUM MEDYADAN ZARAR GÖRÜR MÜ?

Televizyon , video , bilgisayar gibi iletişim araçlarının çocuk ve ergenler üzerindeki etkileri , yıllardır psikologların ve diğer disiplinlerdeki pek çok bilim adamının ilgisini çeken bir konu olmuştur.


TELEVİZYON

Televizyon ; bilgi verme , ürün tanıtma , eğlendirme gibi işlevleri olan önemli bir kitle iletişim aracıdır. Televizyon hemen her evde bulunması ve kolay ulaşılabilir bir araç olması nedeniyle , çocuklar tarafından çok erken yaşlarda kullanılmaya başlanan bir araçtır. Türkiye’de çocukların , ortalama 4 saat televizyon izlediklerini söyleyen araştırma bulguları mevcuttur.çocukların bu kadar yoğun bir şekilde maruz kaldıkları ve onlara oldukça açık ve net mesajlar sunan televizyonun birçok alandaki etkileri ile ilgili çalışmalar yapılmıştır.
Televizyon ve saldırgan davranışlar arasındaki ilişki
Çocuklar , televizyonda şiddeti bir yol olarak öğrendiklerinde ve bunun geçerli ve kabul edilebilir olduğunu düşündüklerinde , bu tür davranışlara yönelme riskleri çok daha fazla olmaktadır. Bu sebeple çocuğu yaşamda karşılaşacağı ve izleyeceği şiddet olgularını olası olumsuz etkilerinden korumak ailenin ve toplumun sorumluluğundadır.
Televizyon ile zihinsel değişim-dil gelişimi arasındaki ilişki
Çocukların yaşlarına uygun ve özel hazırlanmış televizyon programlarını izledikleri ve televizyona ayırdıkları sürenin diğer faaliyetlerini engellemediği durumlarda çocukların zihinsel gelişimleri üzerinde olumlu etkilerinin olabildiği açıktır. Özellikle okul öncesi dönem için hazırlanmış özel programların , çocuklara büyük katkıları olduğu bilinmektedir. Bu amaçla hazırlanmış programları izleyen çocukların izlemeyen çocuklara göre daha fazla sıfat , eylem ve isim bilgisine sahip oldukları görülmektedir.
Televizyon ile Sosyal Roller ve Cinsiyet Rolleri Arasındaki İlişki
Bir çocuğun bir şeyi öğrenmesi için omu görmesi , model alması yeterli olmaktadır. Çocuk televizyondaki karakterin davranışını gözlemlediği taktirde , benzer bir durumda , gördüğü davranışa benzer bir davranış ortaya koyar. Böylece çocuk televizyonda farklı durumları izleyerek yeni öğrenmeler gerçekleştirebilirler.
Bu bilgilerden hareketle televizyonun , çocuklara sunduğu kadın ve erkek modelleriyle çocuklar için birer örnek olduğu görülmektedir.
Televizyonun Çocuk ve Ergenler Üzerindeki Genel Etkisi
Çocuklar ve ergenler , zihinsel süreçlerindeki özelliklerinden dolayı izlediklerini yetişkinler gibi algılayamamakta ve bu nedenle yetişkinden farklı bir biçimde etkilenmektedirler. Yetişkinlerin çoğu televizyonu eğlenmek amacıyla izlerken , çocuklar ise eğlendirici buldukları televizyonu , dünyayı tanımak ve anlamak için izlemektedirler. Çocuklar , kurmaca ve gerçek arasındaki farkı çoğu kez yetişkinler kadar kolay bir biçimde algılayamamaktadırlar. Bir çok açıdan çocuklar televizyon karşısında yetişkinlere oranla daha korunmasız durumdadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında zararlı çıkanlar ”çocuklar” gibi görünmektedir.
Çocukların Televizyondan Olumsuz Etkilenimlerini En Aza İndirebilmek İçin Ailelere Düşen Görevler
· Çocuğun televizyon izleme süresi ile ilgili olarak ; yaşı , yapması gereken diğer faaliyetler ve uyku ihtiyacı göz önüne alınarak onunla birlikte bir kural belirleme
· Çocukların hangi televizyon programlarını izledikleri , hangi filmleri izledikleri hakkında bilgi sahibi olma
· Televizyon programlarında ve sinemalarda izledikleri şiddet hakkında onlarla konuşma
· Şiddet davranışının , gerçek hayatta ne kadar acı verici olduğunu ve ne tür ciddi sorunlara yol açabileceklerini anlamalarını sağlama
· Sorunların , şiddet kullanmadan nasıl çözülebileceğini onlarla tartışma
· Şiddete karşı davranışlar sergiledikleri her ortamda çocukları destekleyip ve ödüllendirme
· Şiddete karşı durmanın ve direnç göstermenin daha fazla cesaret gerektirdiğini anlatma
· Anne ve babanın , kendi tavır ve tutumları ile çocuğa olumlu modeller olunması

İNTERNET

Doğru kullanıldığında birçok bilgiye kolaylıkla ulaşmayı sağlayan internet , özellikle gençler arasında son yıllarda giderek rağbet görmektedir. İnternetin kimi özellikleri onu çekici kılmaktadır.
· İlgi alanları benzeşen kişilerin birbirleriyle haberleşmelerini sağlar.
· Birbirleriyle hiç karşılaşma şansı olmayan kişilerin temas kurmalarını sağlar.
· İletişim maliyeti düşüktür.
· İnternet kullanımının gizemli bir yönü de vardır. Pek çok kişi bu gizemli yönü cazip bulmaktadır.
· Kullanıcılar arkadaşlarıyla , minimum düzeyde zaman ve para harcayarak iletişimlerini sürdürebilirler.
· İnternet , kullanıcılara kendine güven duygusunu destekleyici nitelikte olabilecek bir statü sahipliği ve modernlik duygusu verir.
· Kullanıcının ciddiye alınmasına ve dinlemesine olanak sağlar.
İnternetin rahat ve özgür bir sohbet ortamı sağlaması , gençler için cazip gelen yönlerinden biridir. Bulundukları yaş dönemi itibariyle bir kimlik geliştirme çabası içinde olan ergenler , İnternetin onlara sunduğu çok çeşitli kimlikleri deneyimleme , onlarla ilgili geribildirim alabilme imkanını yaşayabilmektedirler. Çocukların internet başında geçirdikleri zaman , bazen aileleri endişelendirmektedir. Oysaki çocukluğundan itibaren gerekli ve doğru donanımlarla gelmiş bir ergenin , internetten ve orada kurulan arkadaşlıklardan etkilenmesi mümkün olmayacaktır. Çocukluk döneminden itibaren aile ile iletişim içinde büyümüş , demokratik bir anne-babaya sahip bir çocuk , internetin bilgiye ulaşma ve kimi zaman eğlenceli vakit geçirme olanakları arasındaki dengeyi kendisi sağlayabilecektir.

Uzman Psk. Özgür Kızıldağ
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:08 pm

OKS VE ÖSS SINAVLARINA HAZIRLANAN ÖĞRENCİLERDE
SINAV KAYGISI

OKS ve ÖSS 'ye hazırlanan öğrencilerin omuzlarında önemli bir yük oluşturan ve hazırlanma sürecinde ayak bağı olan sınav kaygısı aileleri de üzmekte ve sıkıntıya sokmaktadır. Bu kaygı öğrenciler tarafından yaşanılmakta fakat bir ucunda aileler bir ucunda da öğretmenler durmaktadır. Üç sacayağının iyi iletişim kurması ve işbirliği yapması sonucu sınav kaygısı ile başa çıkabilmek daha kolaylaşacaktır.

Öğrencinin sınava yüklediği anlamlar, sınavla ilgili kafasında oluşturduğu imaj sınav olmanın ötesine geçince kaygı kendisini göstermeye başlamaktadır. Öğrencinin sınavla ilgili düşünce ve tutumları kendi kontrolünden çıkarak kendisini esir etmeye başlar. Böylece kişinin mücadele edeceği bir sorun yaratılmış olur. Adı sınav kaygısı.

Sınavlara hazırlanan öğrenci bilinçli olarak ve isteyerek bu kaygıyı oluşturmuyor. Bu sınavın önce ailede ne anlama geldiği sorgulanmalı ve ailenin sınav konusundaki tutum ve yaklaşımları sorgulanmalıdır. Sınava ilişkin kaygıların gelişmesinde ailenin hangi tutumunun payı olabileceği saptanmalı ve ailenin sınav ile ilgili yaklaşımı ve bakış açısı değişmelidir. Bazı durumlarda aileler kendi kaygılarını dolaylı olarak öğrenciye farkında olmadan aktarırlar. Öğrenci ailede kendisini ortaya koymanın, kanıtlamanın ve prestij sahibi olmanın en birinci yolunun sınav sonucu ile ilgili olacağı düşüncesini kafasına yerleştirmeye başlar. Anne-babanın ve yakınlarının bazı yaklaşımlarından bu sonucu çıkarabilir. Böyle düşünce bazında oluşturulan bu bakış açısı kişide inanç haline gelmeye başlar. Bu aşamadan sonra bu konu ile ilgili güvensizlikleri ve duyguları devreye girmeye başlar. Farkında olmadan ailedeki bazı telkinler, öğretmenlerin bazı yaklaşım ve telkinleri kaygıyı oluşturmaya başlar. Kişinin bazı hataları ve eksiklikleri kendisinde fark etmesi ile beraber güven kaybı gittikçe çoğalır ve kaygının dozu artmaya başlar.
Ailede sınav konusunun sıklıkla gündeme gelmesi ve sınavla ilgili olağan olmayan bir durum yaratılması sınavı gittikçe daha önemli bir hale getirmeye başlar. Buna ailenin öğrencideki beklentilerinin ifade edilmesi ve sıklıkla konuşulması da eklenince sınav ile ilgili korku gelişmeye başlar. Sınav sadece bilgilerin test edildiği sınandığı bir durum olmaktan çıkarak kişinin kendisini kanıtlaması aracı haline gelir. Sadece kendi isteklerinin yerine getirilmesine yarayan bir mekanizma olmaktan çıkarak ailenin ve çevrenin beklentilerinin gerçekleşeceği bir olgu olmaya başlamaktadır.

Sınav kaygısı duygusal düzeyden ileriye gidip fiziksel düzeyde de yaşanılmaya başlanınca ailelerdeki tedirginlik artmakta ve tutum değişikliğine gitmektedirler. Birden bire sınavın önemli olmadığını çocuğun önemli olduğunu , sonuçlarla ilgili beklentileri olmadığını ifade etmeye başlarlar fakat bu çok gerçekçi bir durum olarak algılanmaz öğrenci açısından. Bu aşamaya gelinceye kadar anne-babalar kaygı yaratan tutumlarının farkına varamazlar.

Sınav kaygısının öğrenci üzerindeki etkisi:
Öğrenci yoğun kaygının etkisine girmeye başladıkça huzursuzluk artar, başarısızlık korkusu ve sıkıntı belirgin hale gelmeye başlar. Ders çalışmaya karşı ilgisizlik, isteksizlik,endişe ve tedirginlik gittikçe yoğunlaşmaya başlar. Kaygının etkileri bir süre sonra fiziksel düzeyde de hissedilmeye ve yaşanılmaya başlar. Mide bulantısı, kalp atışlarında hızlanma, ellerde titreme, ağız kuruluğu, iç sıkıntısı, terleme, uyku düzeninde bozukluklar, karın ağrıları ve kasılmalar gibi belirtiler ortaya çıkar.
Dikkat ve konsantransyon bozulmaya başlar, hiçbir şey bilmiyormuş duygusu gelişir. Kendisini yetersiz görme, değersiz görme gibi benliği ile ilgili olumsuz ve gerçek dışı değerlendirmeler oluşur.

Kaygıyı arttıran düşünceler:
Sınavın kendisini ortaya koyacağı, kanıtlayacağı ve kendi kişiliğinin ölçüleceği bir durum olarak algılanması ve kabul edilmesi. Çevredeki insanların kendisini bu sınavın sonucuna göre değerlendireceği duygusu ile kazanamaması durumunda onlarla ilişkisinin nasıl olacağı, onların kendisini nasıl değerlendireceği düşüncesi.
Öğrencinin sınav sonucu ile ilgili kafasında kurduğu olumsuz senaryolar. Bir süre sonra bu senaryolar gerçekleşmiş gibi algılanmaktadır. Öğrencinin ailesinin beklentilerini boşa çıkaracağı korkusu ve onların beklentileri karşısında düşeceği olası durumlar.
OKS/ ÖSS 'nin kişinin geleceği ve hedeflerinin gerçekleşmesi için tek bir yol olduğu düşüncesi.

Anne babalara öneriler:
Sınava hazırlanan ve kaygı yaşamaya başlayan çocuğunuza daha fazla ilgi göstermeye başlayın. Yaşadığı kaygıları ve duyguları onunla paylaşın anlamaya çalışın. Yaşadığı duygularını yok saymayın. Evde olağanüstü bir ortam ve durum varmış gibi davranmayın. Sınavı olağan üstü bir durum haline getirmeyin. Başkaları ile çocuğunuzu kıyaslamayın ve aldığı puanları karşılaştırmayın.
Sınav sonuçlarının ilişkinizi etkilemeyeceği ve çocuğunuzun değerini önemini değiştirmeyeceği duygusunu hissettirmeye çalışın. Çocuğunuzun sınava ilişkin performansı ile ilgili beklentilerinizi sıklıkla dile getirmeyin ve böyle bir baskı oluşturmayın.
Öncelikle kendi kaygılarınızla yüzleşin ve bu kaygılarınızdan kurtulmaya çalışın. Sizin yaşadığınız bir kaygı varsa bunu ne kadar hissettirmemeye çalışsanız da çocuğunuza aktarırsınız. Kendi kaygınızı yenmediğiniz sürece çocuğunuzun kaygısını gidermek için ortaya koyacağınız çabalar inandırıcı olarak algılanmayacaktır.
Öğrencinin gerçek hedefler oluşturmasına ve hedeflerin kişisel performans ve gerçeklerine uygun olmasına destek olunuz. Onun eğilimlerini ve potansiyelini tanımaya çalışın, olduğu gibi kabul edin, zorlamayın.
Öğrencinin yaşadığı kaygıları küçümsemeyin, önemsemezlik etmeyin ve gerektiği durumlarda profesyonel yardım almaktan çekinmeyiniz.

Öğretmenlere öneriler:
Öğrencilere yönelik olarak güven kırıcı telkin ve sözlerden uzak durmaya çalışın. Yönlendirmede bulunurken öğrencinin duygusal özelliklerini hesaba katınız. Öğrencinin eksik olduğu konularını telafi etmeye çalışırken yetersizlik duygusu yaşamamasına özen gösterin. Öğrencinin bireysel özelliklerine uygun yönlendirmelerde bulunmaya çalışın. Destek olduğunuzu ve başarabileceği duygusunu vermeye çalışın. Pozitif bir bakış açısı aşılamaya çalışın.
Öğrencinin dikkatini sürekli yetersiz olduğu eksik olduğu konulara yöneltmeyin, iyi olduğu ve başarılı olduğu alanları da vurgulayın. Olumsuzluğa odaklanmamasına dikkat ediniz.
Öğrencinin herhangi bir konudaki eksikliğini dile getirirken uygun bir yöntem bulun ve duygusal olarak olumsuz etkilenmemesine dikkat ediniz.
Kaygı yaşayan öğrencilerin anne - babaları ile birlikte karşılıklı bu kaygıları ve öğrencinin durumunu konuşun paylaşın.

Öğrencilere öneriler:
Yaşadığınız kaygıların kaynağını keşfetmeye çalışın ve içsel duygularınızla yüzleşin. En çok hangi düşünceler kaygınızı arttırmaktadır. Bu düşünceleriniz ne kadar gerçekçidir. Bu düşüncelerinizi öğremtnelrinizle, ailenizle konuşun paylaşın.
Sınavın anlamı sizin için nedir. Bu anlamları parçalara ayırmaya çalışın, yazın.
Olumsuzluğa odaklanmaktan ve sürekli olumsuz düşünmekten vazgeçin. Şimdiye kadar elde ettiğiniz başarıları düşünün. Bu sınavın tamamen bir bilgi ölçme mekanizması olduğunu kişiliğinizi ve değerinizi ölçmediğine kanaat getiriniz.
Olumsuz senaryolar kurmaktan vazgeçiniz. Kurduğunuz olumsuz senaryolar olumsuz duygular geliştirmenize neden olacaktır.
Fiziksel egzersizler yaparak, yürüyüş yapmaya zaman ayırarak , nefes agzersizleri yaparak rahatlamaya çalışınız. Hoşunuza giden aktivitelere zaman ayırınız. Kendinize hata yapma hakkı tanıyınız, kusursuzluğa odaklanmayın.
Düşünce düzeyinde sınavı kendiniz için bir tehdit olmaktan çıkarın. Sınavla ilgili kullandığınız dili değiştirin. Yapamam edemem, başaramam, ne yapacağım gibi sözleri çıkararak yapacağım, başaracağım, üstesinden geleceğim gibi kelimeleri dilinize yerleştirin. Sınavı bir şikayet konusu olmaktan çıkarın. Günlük konuşmalardaki bu değişim duygularınıza olumlu olarak yansıyacaktır.




Psikolojik Danışman Ali Rıza Erdoğan
Agresif ve Öfkeli Çocuklarla Yaşamak

Yaşam devam ederken gün içinde hangi yaştan olursak olalım birçok duyguyu yaşarız. Bunların bir kısmı sevgi, hoşlanma, eğlenme gibi “pozitif” kabul edilen bir kısmı ise nefret, kıskançlık, kızgınlık ve korku gibi “negatif” veya olumsuz görülen duygulardır. Aslında tüm duygularımız birtakım olayların doğal sonucu olarak doğarlar ve bizi doğru-yanlış, iyi-kötü yapmazlar. Burada asıl önemli olan nokta ne hissettiğimizden çok bunları nasıl yansıttığımızdır. Bu durum sadece biz yetişkinlerin dünyasında yaşanmaz. Örneğin, bebekler hoşlanmadıkları veya olumsuz buldukları durumlarla karşılaştıklarında ağlayarak reaksiyon verirken, 2-3 yaş çocukları bağırarak veya vurarak tepkilerini ortaya koyarlar. Bu yaşlarda öfke patlamaları doğru yönlendirilmeyen çocuklar ileride ciddi anlamda sorunlar yaşayabilirler. Bu sebeple, en erken dönemlerden itibaren çocuğun verdiği saldırgan tepkilerin nedenleri anlaşılmalı ve onları yetiştirirken bazı noktalara dikkat etmelidir.


Dikkat edilecek ilk nokta, öfke patlamaları olan çocuğun içinde bulunduğu ev ortamının nasıl olduğudur. Anne ve babanın sorunları saldırgan bir şekilde ele aldıkları bir ortamda onun da bu yolu öğrenmesi kaçınılmazdır. Böyle bir durumda anne ve babanın bireysel tutumları üzerinde yoğunlaşması gerekir. Bunun yanı sıra, hayatında son dönemlerde oluşan; yakın bulduğu birinin ölümü, kardeşin olması, taşınma vs. gibi bir takım değişikliklerde çocuğun agresif davranışlarını arttırabilir. Bu noktaların üzerinde durduktan sonra, bazı çocukların da yukarıda saydığımız temel sebepler olmaksızın diğerlerine göre olaylara ani tepkiler verebildiğini görmekteyiz. Saldırgan ve agresif tepkiler aile içinde zaman zaman kabul edilse de okul yaşantısıyla beraber sorunlar oluşturmaya başlar. Öncelikle sınıfta etiketlenen çocuk zamanla okulda da kötü bir ün sahibi olur. Arkadaşları tarafından dışlanan, öğretmenleri tarafından yaka silkinen çocuk da bir süre sonra bu durumla başa çıkmak için değişik davranışlar geliştirir; genellikle ya okula ilgisini kaybedip buradan soğur ya da okulun kabadayısı haline gelir. Bu noktadan sonra değişim daha zor olacağından baştan bazı önlemler almak gereklidir.

Anne ve babalar, öfke kontrolünde sorun yaşayan çocuklarını yetiştirirken bazı noktalara dikkat etmelidir. İlk olarak, öfke kontrolü zayıf olan çocuklarla yaşarken etkili disiplin yöntemlerini uygulamak gerekir. Bu çocukların, yaşamındaki kurallar anne ve baba tarafından ortak bir şekilde, net olarak koyulmalı ve tutarlı bir şekilde takip edilmelidir. Onun bir birey olduğunu hissettirirken yaşamı konusunda sınırları olacağını hissetmelidir. Disiplini ev içinde sağlamaya çalışırken onlara aynı kuralları defalarca hatırlatmak veya bağırmak yerine etkili iletişim yolları kurmak gerekir. Özellikle bu tip çocuklarda yerine getirmesi gereken herhangi bir sorumluluğu veya uyması gereken bir kuralı “bozuk bir plak” gibi söylemek, yalvaran veya kızgın bir ses tonu ile konuşmak değil, sakin, kısa cümlelerle göz kontağı kurularak anlatılmalıdır. Bu yöntemler temel alınarak uygulansa da bazı çocuklara aşağıda okuyacağınız gibi daha farklı yollar uygulamak gereklidir.
Öfkesini kontrol etmekte zorlanan çocuğunuzla duygular hakkında etraflıca konuşun. İnsanların hangi duyguları hissettiğini, hangi olaylara nasıl tepkiler verdiklerini çevreden örneklerle paylaşın. Bu sohbet esnasında “kızgınlık” duygusunun hangi öfkeli davranışlara sebep olduğunu ve bunun insanların hayatında nasıl olumsuz durumlara yol açtığını ayrıntılarıyla konuşun.
İletişim becerileri zayıf olan çocuklar, kendilerini ifade ederken zorlandıklarında agresifleşirler. Bu sebeple ona kendini ifade etmesi için değişik ortam ve durumlar yaratın. Olaylar hakkında konuşurken küçük yaşlardan itibaren etkili konuşma yollarını öğretin. Örneğin, “ben____ hissediyorum, çünkü sen___________ yaptın ve şimdi senden_____ yapmanı istiyorum” gibi.
İletişim becerilerinin yanı sıra karşılaştığı problemleri çözme becerisi zayıf olan çocuklar herhangi bir sorunla karşılaştığına paniğe kapılıp öfkeli davranışlar sergilerler. Bunun için; başınızdan geçen ufak problemlerden onun yaş dönemine uygun olanlarını anlatıp beraber çözüm yolları oluşturabilirsiniz. Ayrıca, bir oyunmuş gibi hayali durumlar yaratıp (örnek:iki kişide elma yemek istiyor ama bir elma var ne yapabilirler?) sonrasında beraberce çözümler oluşturabilirsiniz.
Öfkeli veya saldırgan bir davranışını ödüllendirmemeye özen göstermelisiniz. Örneğin alışveriş merkezinde istediği alınmadı diye ağlayıp çevreye vuran bir çocuğun durması için sonunda istediğinin yapılması onun bu yolu öğrenmesine sebep olacaktır.
Sorunlarla ilgili başa çıkmak için ona analitik düşünmesini öğretmelisiniz. Karşısına çıkan problemle ilgili karşısındakine vurmak, dinlememek, bahaneler üretmek yerine önce var olan sorunu tanımlamalı, karşısındakine değil soruna odaklanmalı ve yapacağı davranışların sorumluluğunu almasını öğrenmelidir.
İletişime geçtiği insanın, sözsüz hareketlerinden ne hissettiğini okumayı başarabilirse onları daha iyi anlayacaktır. Bu tip çalışmaları evde yaparken televizyonun sesini kısıp şimdi “ne hissediyor” oyunu oynamak veya gazetelerdeki büyük resimlerdeki yüz ifadelerinden “ne oldu da ne hissediyor” oynamak etkili olacaktır.
Grup halinde oynanabilecek oyunlar veya yapılacak sporlara katılmasını desteklemek gereklidir. Kazanmak veya kaybetmek grubun tamamına mal olacağından buradaki davranışları sorunları çözmeye yönelik olacaktır.
Klinik Psikolog Merve Soysal
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:09 pm

Şiddetli Çığlık




Şiddet olaylarının artması üzerine, yetkili yetkisiz herkes konu üzerinde yorumlar yapıp kendilerince çözümler önermektedir. Dikkat edilirse, yapılan konuşmalar genellikle tek yönlü, sadece içi boş çerçeve niteliğinde ve yüzeyseldir. Bir sorunu incelerken çok boyutlu bakmayı öğrenmek kaçınılmaz görünmektedir.

Aslına bakılırsa, şiddet hiç birimiz için sürpriz olmaması gereken bir sorundur. Bu kültür ve coğrafyada yaşayan bizler için şiddet, her gün ve her an yaşanabilen ve son derece kanıksanmış bir olgu gibidir. Şiddetten gelen çığlığı çoğu zaman duymayız. Duymadığımız için de anlamak ve yorumlamak derdimiz olmaz. Bir de bize dokunmayan yılanla aramızda sorun olmadığı için şiddet rüzgarlarından etkilenmeyiz çoğu zaman.



Şiddetin bireysel ve toplumsal boyutları olduğu gibi, psikolojik, sosyolojik ve kültürel yönlerden incelenmesi gerektiği ortadadır. Okuldaki şiddetin daha çok ergenlik dönemindeki bireyler arasında olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamda ergenlik döneminin özelliklerini yakından bilmek gerekmektedir. Ergenlik dönemi, çocuklukla yetişkinlik arasındaki geçiş dönemini kapsamakta olup, yaklaşık 11-12 yaşlarında başlamakta ve 20’li yaşlarda tamamlanmaktadır. Her ne kadar belirli yaş diliminden söz edilse bile, ergenlik döneminin aslında karakteristik özellikleri itibariyle ileriki yaşlarda da sürebileceği ifade edilmektedir. Hatta çeşitli uzmanlar toplumumuzu “ergen toplum” olarak isimlendirmektedirler.


Ergenlik döneminde aşırı derecede duygusallık egemendir. Buna paralel olarak sıklıkla, can sıkıntısı, alınganlık, öfke patlamaları, inatçılık, ilgi dağınıklığı görülür. Ayrıca bu dönemde kişi, her şeyi eleştirme ve beğenmeme eğilimindedir; bir yandan da hayatı, çevresinı ve kendini sürekli olarak sorgulamaya başlamıştır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, bu dönemde kimlik arayışı yaşanır. Bir ergen için temel soru “Ben kimim?” şeklinde ifade edilir. Bu dönemde arkadaşlık ilişkileri de duygu yoğunlukludur. Fanatik bir arkadaşlık anlayışı vardır. Öyle ki, bir yandan arkadaşı için doğru-yanlış diye düşünmeden pek çok fedakarlık yapabilir; onun borcunu öder, onun için kavgalara karışır, riskli durumlarda onu korur. Diğer yandan da, çok küçük bir anlaşmazlık yüzünden arkadaşlığını bitirebilir. İlişkileri, süreçleri ve duyguları abartma eğilimindedir. Ergenin bir diğer özelliği de, benlik açısından ya çok katı ya da aşırı derecede gevşek olmasıdır. Kimi zaman anlamsız konulara takılıp kalma, inatlaşma ve ısrarcılık yaşarken kimi zaman da hayranlık duyduğu kişilerle özdeşim kurarak dış etkilere aşırı derecede açık olur.


Sosyolojik açıdan bakıldığında da, toplum katmanları arasında yaşanan gerginlikler, medya kuruluşlarındaki uyduruk programlar, mafya dizileri şiddeti körüklemekte ve adeta meşrulaştırmaktadır. Bireyler olarak, istesek de bu kirlenmeden kendimizi kurtarma şansımız bulunmamaktadır.


Sosyolojik faktörlerin şiddet için uygun bir zemin hazırlaması ve tetikleyicilik yapması ile ergenin gelişim dönemine ait psikolojik özellikler bir araya gelince şiddet olaylarının yaşanması çok da şaşırtıcı sayılmamalıdır.


Şiddet olayları ile ilgili olarak belki de en ağır sorumluluk eğitim kurumlarına aittir. Eğitim kurumlarının sorumluluğunu bir başka yazının konusu olarak ele almakta yarar bulunmaktadır. Değerler ve kişilik eğitimini başaramadığı anlaşılan eğitim kurumları, bu etkisizliğini gerçekçi bir şekilde sorgulamak zorundadır.






Yrd. Doç. Dr. Oktay Aydın

Aklın Oyunları

Beynimizin gerek psikolojik, gerekse beden sağlığımızı korumak için elinden geleni yaptığını ve daha pek çok işlevi ne denli muhteşem bir orkestrasyonla yürüttüğünü biliriz. Mutluluk, mutsuzluk, sağlık, hastalık ve ölüm hepsi onun işi. Göz ardı ettiğimiz şey beynimizin iyiyi de kötüyü de öğrenebildiğidir.

Daha önceki bir yazıda iyimser ya da karamsar olmanın yaşamımızda önemli bir yeri olduğunu, örnekleriyle anlatmıştım. Bu, aklımızın bize oynadığı oyunlardan yalnızca biriydi. Bu kez beynimizin nelere ‘kadir’ olduğunu, neredeyse 40 yılı aşkın bir süredir birikmiş literatürden birkaç örnekle anlatmaya çalışacağım. Bunu yalnızca kafaya taktığım için değil, eğer gerekli vizyonu oluşturabilirsek, hem kişisel yaşamımızda hem de organizasyonların yaşamında köklü değişikliklerin olacağına inandığım için yapıyorum.

Beynin Aptal Yanı

Beynimizin genetik tasarımı sonuçta bayağı birkaç yüz bin yıl öncesine dayanıyor. O zamanlar hayatta kalmak ve üremek canlı yaratıkların en önde gelen öncelikleri arasındaydı. Bugün üremek, önceliklerimiz arasında değil. Durmadan cinsellik düşünürüz ama yaşam boyu ancak iki üç defa çocuk yaparız. Sevişebilmek için de evlenmek gibi ciddi bir fatura öderiz. Sağ duyu sahibi bir kişi, evlenmeden önce küçük bir pazar araştırması yapsa, sonuçları objektif kalarak değerlendirse, eğer mazoşist eğilimleri yoksa evlenmez. İnsanların neredeyse %100’ü evlendiğine göre, ciddi bir genetik baskı söz konusu.

Hayatta kalma meselesi daha da garip. Milyon yıl önce yeni doğanların çok azı ileri yaşlara erişebiliyordu. Çok üremek ve tehlikeye aşırı duyarlılık türün devamını sağlıyordu. O zamanlar tehlike dendiğinde, sınavda çakmak ya da işimizi kaybetmek değil, niyeti kötü vahşi bir hayvan anlaşılırdı. Kaçmak ya da dönüp vuruşmak tek seçenekti. Bu kararı en hızlı ve çabuk verenler hayatta kalırdı. Vuruşabilmek ya da kaçabilmek içinse, yaralanma olursa kan kaybı en az düzeyde olsun diye derinin altındaki kılcal damarların büzülmesi, adalelerdeki şekerin enerjiye çevrilmesi, kalbin hızlanması, yeterli ışık alabilmek için gözbebeklerinin büyümesi, gerekli motivasyonun sağlanması için korku ve kızgınlığın yoğun yaşanması ve daha bir sürü fizyolojik olayın devreye girmesi gerekiyordu.

Bugün sokaklarda ayı, aslan, kaplan pek görülmüyor. Zaten olsa da bir şey ifade etmez, çünkü hepimiz kapılarımızı yatmadan önce bir güzel kilitleriz. Tüm yaşamımız boyunca hayati bir tehlikeyle çoğumuz karşılaşmayız. Karşılaşmayız ama, sanki karşılaşmışız gibi tepkide bulunuruz. Sınavda çaktığımızda, dışlandığımızda, küçültücü bir tavırla karşılaştığımızda, trafik sıkıştığında, rapor yetişmediğinde, dolar çıktığında, dolar düştüğünde, yani olumsuz yaşadığımız her durumda, sanki karşımıza aslan çıkmış gibi yukarıda sıraladığımız tüm tepkileri hiç eksiksiz yaşarız. İşte ‘beynin aptal yanı’ dediğimizde bunu anlıyoruz. Bunların hiç biri hayati tehlike değildir ama güzel beynimiz, o muhteşem organ burada çuvallar. Sanki cana kasıt varmış gibi tüm bedeni ‘vur ya da kaç’ tepkisine hazırlar. Film seyrederken odadan içeri giren adam kadına arkasından yavaşça yaklaşırken kalbim çarpmaya başlar, daha sık solumaya başlarım. Benim güzel beynim dönüp bana,"‘Bak Emre’ciğim, adamın öldürmek istediği bir kadın, oysa sen bir erkeksin. Kaldı ki adam da, kadın da bir hayal. Canını üzme, kalbini serin tut" demez. Beynin bu aptal yanının maliyeti gerçekten yüksektir. Strese bağlı bozuklukların ve hastalıkların tek nedeni; beynin gerçek tehlikeyle hayali tehlikeyi ayırt edememesinden kaynaklanır. İşin daha da vahim yanı; stres yaratan durum karşısında yaşadığım çöküntüyü, öfkeyi mantıklı ve doğal bulmamızdır. Oysa yöneticimin beni herkesin içinde eleştirmesi karşısında yaşadığım yoğun duyguların, yöneticimin davranışıyla hiçbir şekilde kaçınılmaz bir nedensellik ve mantık ilişkisi yoktur. Yani öfkelenebileceğimiz gibi kayıtsız da kalabiliriz. Kayıtsız kalmayı öğrenmek istiyorsak, bunu öğrenebiliriz. Doğu felsefesinin oluşturduğu tüm pratiğin sonuçta bunu hedeflediğini söyleyebiliriz.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:09 pm

Beynin Güzel Yanı

Aslında beynimin aptal yanı bana sonsuz olanaklar tanır. Bir hayal yaratıp keyfimi kaçırabiliyorsa, başka bir hayal yaratıp keyfimi getirebilir. Biz bu beceriyi zaten günlük yaşamımızda her dakika uygularız. Psikoloji, takıldığımız durumlarla ilgili olarak, bu değişimi sağlayacak yığınla teknik geliştirdi.

Şimdi biraz bu ilginç dansın nerelere uzanabildiğini görelim.

Yeni üretilen bir ilacın gerçekten etkili olup olmadığını anlamak için ‘placebo’ deneyleri yapılır. Yani bir grup hastaya gerçek ilaç, başka bir grup hastaya da şeklen ona benzeyen bir ilaç verilir. Her seferinde gerçek olmayan ilacın iyileştirici bir etkisi görülür. Gerçek ilaç işe yarıyorsa, etkisinin diğerinden farklı olması gerekir. Buna da araştırma dilinde ‘placebo etkisi’ denir. Neredeyse tüm hastalıklarda bir placebo etkisi görülür.

Örneğin, 1950’lerde koroner kalp rahatsızlıklarında göğüs ağrısını önlemek için yeni bir ameliyat türü denenmeye başlandı. Ameliyat göğüsteki bir damarı bağlamayı içeriyordu. Damarı bağlanan hastaların %40’ında ağrılar yok oldu, %65-75’inde ise büyük ölçüde ilerleme kaydedildi. Ancak bazı araştırmacılar, iyileşmenin fizyolojik bir temeli olmadığını düşündüler ve bir araştırma yapmaya karar verdiler. Kalp hastaları iki gruba ayrıldı. Bir kısmının damarı bağlandı. Diğer grubun ise göğsü açıldı ve sanki ameliyat yapılmış gibi dikilip bakıma alındılar. Sonuçta ameliyat yapılmayan grubun da ağrıları yok oldu. Bunun üzerine ameliyat artık yapılmaz oldu ama o güne kadar da 10.000 ameliyat yapılmış oldu.

Rahatlama teknikleri ile yüksek tansiyonu düşürmeyi amaçlayan bir araştırmada, bir gruba "rahatlama tekniklerinin ilk seansta etkili olduğu", diğer gruba da "üçüncü seanstan sonra etkili olacağı" söylenmiş. Birinci grubun tansiyonu, ikinci gruba göre ilk seansta yedi misli daha fazla düşmüş.

Çoğumuzun yaşamında bedenimizin bir yerinde bir siğil çıkmıştır. Siğiller yakılır, asit dökülür, dondurulur, ameliyat edilir ama yine çıkar. Zurich’li Dr. Bruno Bloch "‘siğil doktoru" olarak tanınıyor. Ofisinde de bir "siğil yok etme" makinesi var. Kocaman bir şey. Gürültüyle çalışıyor, ışıklar yanıyor ve bir takım "ışınlar yaydığı" söyleniyor. Dr. Bloch, bu makineyle tedavi gören hastaların %31’inin siğillerinin yok olduğunu söylüyor. Daha sonra hipnozla yapılan kontrollü çalışmalarda, gerçekten de siğillerin "git" dendiğinde gittiği görüldü. Örneğin, A.H.C.Sinclair-Gieben ve D. Chalmers siğilleri tüm bedenlerine yayılmış olan hastalara hipnoz sırasında bedenlerinin sağ ya da sol tarafındaki siğillerin yok olacağını söylüyor ve öyle de oluyor.

Amerika’da süpervizörüm Paul Watzlawick, bir seansta siğilli çocuğa sormuştu: "Siğilini kaça satarsın?". Çocuk 40 dolardan başladı ve sonuçta 15 dolara anlaştılar. Ertesi hafta siğili yok eden çocuk, 15 dolarını aldı.

Bu siğil meselesi niye önemli? Önemli çünkü, siğil bir virüsün yol açtığı bir tümör. Herkeste siğil oluşmadığına göre, bağışıklık sistemi bir biçimde insanları koruyor. Psikolojik yöntemlerin işe yarıyor olması, muhtemelen ya bağışıklık sisteminin harekete geçmesiyle, ya da siğili besleyen damarların büzülüp kan akışını durdurmasıyla mümkün.

İsterim Sevileyim

Sosyal bağları zayıf, yakınlarından ve çevresinden destek alamayan kişilerin daha çok hastalanma eğiliminde olduğunu biliyoruz. Bekarlar, ayrılmışlar, boşanmışlar ya da eşi ölmüş olanlar, evlilere göre daha az yaşıyorlar ve daha sık hastalanıyorlar. Kanser, tüberküloz, ülser, depresyon, kalp, arterit fark etmiyor. Hepsinde daha çok hastalanıyorlar.

Lisa Berkman ve S. Leonard Syme’in California, Alameda’da 7000 kişiyle yaptıkları çalışma sosyal ilişkilerin sağlığa katkısını çok iyi gösteriyor. Araştırmacılar 7000 kişiyi 9 yıl boyunca izliyorlar. Bekarlar, boşanmışlar, dullar, yakın arkadaşları veya akrabaları olmayanlar, sosyal aktivitelere katılmayanlar arasında ölüm oranı diğerlerine göre 2 ile 5 misli daha fazla.

Bir başka araştırma Amerika’ya göç eden Japonlarla ilgili. Göç edenlerin ölüm ve hastalanma oranları Amerikalılara yaklaşıyor. Akla hemen diyet vs. geliyor. Ancak göç edenlerin içinde sağlıklarını koruyanlara bakıldığında, bunların kendi toplumları içinde yaşadıkları, geleneklerini sürdürdükleri görülüyor. Amerikan tarzı yaşamı sürdüren Japonlara göre kalp hastası olma riskleri %80 daha düşük. Sigara içmeleri, kolesterol düzeyleri ve diyet bir şey fark ettirmiyor.

Sosyal destek öyle anlaşılıyor ki, yaşamın köklü bir biçimde değiştiği, yoğun stres yaşandığı dönemlerde sağlığa ciddi katkıda bulunuyor. Michigan’da iki otomobil fabrikası kapandığında yüzlerce işçi işini kaybetti. Susan Gore bu işçilerden 110 tanesi ile bir araştırma yaptı. Eşlerinden, arkadaşlarından, akrabalarından yakın ilgi ve yardım gördüğünü söyleyenlerin ve sosyal aktivitelere katılanların gerek psikolojik açıdan gerekse organik hastalıklar açısından çok daha sağlıklı olduklarını saptadı. Bunların kolesterol düzeyleri de düşüktü.

K.B. Nuckholls 170 hamile kadının ne ölçüde sosyal destek aldıklarına baktı. Ortaya çıkan komplikasyonların %91’i stres ve desteğin azlığına bağlıydı. Destek almayanlarda komplikasyon oranı alanlara göre üç misli fazlaydı.

Yaşamında bir hayvanın sorumluluğunu almanın da sağlığa ciddi katkısı olduğu anlaşılıyor. Kalp krizi geçirmiş olanlarla bir yıl sonra temas edildiğinde, evlerinde hayvan bakanların ölüm oranının beşte bire indiği görülmüş. Hayvanın türü önemli değil. Kedi, köpek, papağan, fare her şey olabilir.

İlgi çekici bir araştırma da, bir yaşlılar evinde yapılmış. Huzurevinin bir katında yaşayanlara hemşire saksı içinde bir bitki veriyor. Bu bitkinin onun sorumluluğunda olacağını, kendisinin karışmayacağını söylüyor. Diğer kattakilere ise çiçeğe kendisinin bakacağını söylüyor. Artık sonucu tahmin edebiliriz. Çiçeğe kendileri bakanların hastalıkları daha çabuk iyileşiyor, daha uzun yaşıyorlar. Yani bir çiçeğin sorumluluğunu almak ömür uzatabiliyor ve daha az hastalanmaya yol açabiliyor. Bukadarcığı bile bunu sağlıyorsa, insanların biraz ‘gaza geldiklerinde’ neler yapabileceğini hayal etmek bile güç.

Stres Bağışıklık Sistemi ve Dayanıklılık

Stresle bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi gösteren pek çok araştırma var. Stres bağışıklık sistemini bastırıyor. Acaba kişi bağışıklık sistemini isteyerek daha verimli çalıştırabilir mi? Pennsylvania üniversitesinden Howard Hull ve arkadaşları 25 kişiye damarlarında akan kanı hayal etmelerini söylüyor. Beyaz kan hücrelerini, yani düşmanla vuruşacak olanları birer köpek balığı gibi canlandırmalarını ve mikroplara saldırmalarını söylüyor. Bu canlandırmayı haftada iki kez yapmalarını, kalan zamanda bu konuyu düşünmeseler bile, beynin görevini yapacağını iletiyor. Özellikle gençlerin beyaz hücrelerinde artış görülüyor. Bağışıklık sistemini bastırmaya yönelik girişimlere de daha duyarlı tepkide bulunuyorlar. Bu farklar ufak ama çalışma da zaten çok sınırlı; bir seans. Bir seansta böyle bir sonuç alınabiliyorsa, sistemli bir programla neler yapılabilir. Bunu da ilerdeki yazıların birinde ele alacağız. Aynı strese maruz kalmış kişiler farklı tepkilerde bulunuyor. Yukarıda sosyal desteğin öneminden söz ettik. Acaba kişilik özellikleri nasıl rol oynuyor? Susanne Kobasa ve arkadaşları 700 üst düzey yöneticiyle dayanıklılığın kişisel parametrelerini anlamamamıza yarayacak bir araştırma yapıyorlar. 1980’lerde Bell Telephone Company bölünüyor. Büyük bir stres ve belirsizlik ortamı.

700 yöneticinin içinden yüksek stres yaşayan bir grup alındığında, bunların bir kısmı çeşitli rahatsızlıklar yaşarken bir kısmı yaşamıyor. Hastalanmayanlar ve psikolojik dengelerini koruyanlara bakıldığında bunların ailelerine, içinde yaşadıkları topluma, belli değerlere bağlılıklarını sürdürdüklerini, yaşamın kontrolünü ellerinde tuttukları hissini yitirmediklerini, yaşamda istikrar ve dengenin değil, değişimin norm olduğunu kabul ettiklerini görüyoruz.

Susanne Kobasa ve arkadaşları dayanıklılığa katkıda bulunan başka faktörleri de araştırdılar. Örneğin, ailelerindeki hastalıkların oranına baktılar. Gerçekten de sık hastalanan yöneticilerin ailelerinde de diğer gruba göre daha çok hastalığa rastlanıyor. Ancak, dayanıklı yöneticiler ailelerinde hastalık oranı yüksek de olsa hastalanmıyorlar.
Sonuçta hastalanmaya etki eden üç faktör olduğunu görüyorlar:
Dayanıklılık
Egzersiz
Sosyal destek
Bu üçünün bir arada oluşu strese maruz kalan yöneticileri hastalıktan uzak tutuyor. Üçü de yoksa hastalanma oranı %93, ikisi yoksa %72, biri yoksa %58 ve üç kaynağa da sahip olanlar, yani düzenli egzersiz yapanlar, dayanıklı olanlar ve sosyal destek alanlarda hastalanma oranı %8’e düşüyor. Peki, dayanıklılık öğrenilebilir mi? Evet öğrenilebilir. Artık hem çocuklarımızı yetiştirirken ne yapacağımızı biliyoruz, hem de yetişkinler olarak stresle nasıl başa çıkacağımızı.



Emre Konuk
Davranış Bilimleri Enstitüsü
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:10 pm

Boşanma ve Çocuk

Son 20 yıl içinde aile yapılarını incelediğimizde, hep olağan olarak kabul ettiğimiz anne-baba-çocuk(lar) yapısındaki aile sayısında gitgide bir azalma olduğunu, buna karşın karışık aile yapılarında bir artış olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu duruma neden olan en önemli faktör ise kuşkusuz boşanma. Amerika Birleşik Devletleri’nde neredeyse evlenen her iki çiftten biri ayrılmaya karar veriyor. Bu oran Almanya’da 1/3 civarında. Türkiye, henüz boşanmaların çok sık yaşandığı bir ülke olmasa da, bundan 15 sene önce %1 olan boşanma oranı gün geçtikçe artmakta. Boşanma sonrasında, daha önce de bahsettiğimiz gibi aile yapılarında oldukça büyük bir çeşitlilik ortaya çıkıyor. Bir ebeveyn ve çocuktan oluşan birimlerden, üvey anne/baba ile oluşmuş birimlerine, anneanne- dedenin katıldığı birimlere kadar uzanan bir aile yapıları yelpazesi söz konusu.
Ayrılık ya da boşanma kararı kuşkusuz bu kararı alan eşler için çok zorlu bir süreç anlamına geliyor. Bu sürecin her zaman uyum içinde geçmediği de bilinen bir gerçek. Ancak bu karardan anne-babaları kadar hatta onlardan daha fazla etkilenen aile bireyleri çocuklar. Yapılan araştırmalar, çocukların boşanma öncesi dönemden başlayarak, boşanma süreci ve sonrasında kısa ve uzun vadede bir çok olumsuz durumla yüzyüze kalabildiklerini göstermekte. Hiç bir çocuk ilk anda anne ve babasının ayrılmasını istemez ve bu duruma ya dışa vurarak ya da sessiz kalarak bir tepki gösterir. Çocuklarda anne-baba ayrılığının yarattığı etkiler genellkle ayrılıktan sonraki ilk günlerde değil daha sonraki dönemlerde ortaya çıkar ki, bu kimi zaman seneler sonra dahi olabilir. Çocukların geriye dönüp baktıklarında olumsuz olarak hatırladıkları, anne-baba arasında haber taşıyıcısı olmak, anne ve babalarının birbirlerini suçlamalarını dinlemek, karşı cinsten biriyle samimiyeti ilerlettiklerinde nasıl doğal davranabileceklerini bilememek, ekonomik sorunlar, anne/babadan biriyle ve o taraftan olan akrabalarla bağların kopması gibi durumlardır.
Tabii ki çocuk sahibi olmuş bir çift, aralarındaki sorunları gidermek için ilk çözüm olarak boşanmayı düşünmez, ancak bazı durumlarda ayrılmak çok sorunlu bir evliliği yürütmekten daha sağlıklı bir ortam sağlar. Bir boşanma durumunda çocuğun olaya göstereceği tepkilere neden olabilecek ve bu olayı çocuğun hayatında daha az travmatik hale getirebilecek önemli noktalar vardır. Hayatında bu yönde değişiklik yapmayı planlayan her anne-babanın bunlara özen göstermesi gerekir.
Şimdi bu araştırmalara daha yakından göz atalım:
Çocukların boşanmadan etkilenme derecelerini belirleyen faktörlerden bir tanesi çocukların mizaç yapısı. Daha atak, heyecanlı, kolay etki altında kalan, yeni durumlara kolay uyum sağlayamayan çocukların, anne-baba ayrılığı gibi ciddi uyum becerileri gerektiren bir duruma uyum sağlamakta da yaşıtlarına oranla daha büyük zorluk çektikleri görülüyor.
Çocuğun yaşı da çok önemli bir faktör. Anne-baba ayrılığını küçük yaşlarda yaşayan bir çocuk, bu olaya ilk anda çok büyük bir tepki gösterse de, bu durumu kabullenmesi daha kolay olabiliyor. Buna karşın okulöncesi dönemde, çocuklarda sadakat sorunları ve anne-babayı yeniden biraraya getirme çabaları gözlenebiliyor. Daha ileri yaşlarda, çocuklar kendi sosyal hayatlarını kurmaya çalışırken güvendikleri bir çatının yıkılması, onların kadın-erkek ilişkileri konusunda bocalamalarına yol açabiliyor. Gözlemleyebilecekleri bir kadın-erkek ilişki modelinin olmaması, bu çocukları kendi ilişikilerini oluştururken zorlayabiliyor.
Çocuğun cinsiyeti boşanmaya gösterdiği tepkide çok belirli bir rol oynamasa da, çocuğun boşanma sonrası birlikte yaşamaya devam edeceği ebeveynle kuracağı ilişki üzerinde etkili olabiliyor. Kız çocuklar, anneleriyle genellikle arkadaş gibi olurken, erkek çocuklar annelerinin yanında kendilerini evin erkeği gibi hissetme eğilimine girebiliyorlar. Bu nedenle annenin yeni biriyle birlikte olduğu durumlarda kız çocukların bu iştin pek de hoşnut olmadıkları, buna karşılık erkek çocukların bir rahatlama hissettikleri izlenebiliyor. Baba-kız ve baba-erkek çocuk ilişkileri ise çok fazla incelenmemiş olmasına karşın, babanın görevlerini yerine getirmede yeterli olduğu durumlarda fazla bir soruna da rastlanmadığını söylemek mümkün.
Çocukların uyumlarında bir başka önemli faktör destek sistemleri. Eğer çocuğun hayatında ilişkisinin iyi olduğu bir büyükanne-büyükbaba ya da başka yetişkinler varsa, bu kişiler anne-babanın duygusal anlamda pek verici olamadıkları ortamlarda bu boşluğu doldurabiliyorlar.
Anne ve babanın ekonomik durumları da bir diğer önemli konu. Çocuğun ekonomik standartlarında ani bir düşüş ya da anne ve babanın ekonomik standartları arasında ciddi bir fark olması çocuğu olumsuz bir şekilde etkileyebiliyor.
Ayrılıktan sonra anne ve baba arasındaki ilişki çocuğun uyumunda en önemli etkenler arasında. Çocuk anne ve babasının diyaloglarının bozulmadığını ya da en azından kendisiyle ilgili olarak konuşmaya devam ettiklerini mutlaka görmeli ve hissetmeli. Bu onun güven duygusunun zedelenmemesi açısından çok önemli.
Çocuğun birlikte yaşamadığı ebeveynle düzenli olarak görüşmesi de üzerinde durulması gereken bir diğer konu. Burada önemli olan faktör, görüşme sıklığı değil, görüşmelerin çocuk tarafından önceden bilinmesi ve tahmin edilebilir olması. Son anda yapılan değişiklikler, aniden yapılan planlar, tutulmayan sözler, çocuk açısından çok büyük hayal kırıklıklarına neden oluyor ve bunların telafi edilmesi mümkün olmayabiliyor.
Bütün bu bilgilerin ışığında ayrılığın çocuğa nasıl sunulduğu da çok önemli. Bu bilgilendirmeyi anne ve babanın birlikte yapmasında yarar var. Ayrıca, bu kişilerin karı-kocalık rollerinden vazgeçseler bile, her zaman o çocuğun anne ve babası olarak kalacaklarını ve bir işbirliği içinde olmaya devam edeceklerini akıllarında tutmalarında yarar var.
Ayrılıktan sonra anne ve babanın yeni ilişkileri ve bunların çocuğa nasıl sunulduğu da çok önemli bir konu. Anne-babasının yanında sürekli yeni birilerini görmek çocuğu kırabilir ve kendi kadınlık ve erkeklik konumuyla ilgili endişeye sürükleyebilir. Bu nedenle de hiç bir zaman terkedilmemek için ilk bulduğu kişiye ne pahasına olursa olsun aşırı bağlanabilir ya da kimseye fazla bağlanmamak için durmadan eş değiştirebilir.
Şu ana kadar çizilen tablo her ne kadar karamsar olarak görünse de, ayrılık kimi durumlarda çok sorunlu bir evlilikten daha iyi bir çözüm olabiliyor ve çocukların ruh sağlığı açısından daha uygun bir ortam yaratılmasını sağlayabiliyor. Anne ve babası ayrılmış olan çocukların yaşıtlarına göre daha çabuk olgunlaştıkları, hayatın zorlukları karşısında daha rahat pratik çözümler üretebildikleri de ayrı bir gerçek. Ayrılık sonrası durumun yukarıda belirtilen noktalar çerçevesinde olabildiğince optimal bir hale getirilmesi mümkün.


Klinik Psikolog Şeniz Pamuk

Üç - Dört Yaş Çocuklarında Kötü Sözlere Dikkat!

3-4 yaş çocuğun genel psikolojik özellikleri nelerdir?

Bilişsel, duygusal ve sosyal gelişim olarak 3-4 yaşı kapsayan iki yıllık yelpaze deki farklılıklarla birlikte bu yaş çocukları büyük ölçüde ben merkezcidir. Genelde neşeli olduğu yaşlardan daha bağımsız, inatçı ve kendi isteği ile hareket etme değişimi gözlenir. Aile içinde geçerli olan bazı kuralları, yavaş yavaş paylaşmayı, isteklerinin yerine getirilmesi için sabırlı olmayı öğrenmeye de başlar. Yaşıtlarını veya yetişkinleri sürekli taklit eder, onların davranışlarını ve sözlerini tekrarlar. Çevresi ile sözlü iletişim kurabilen, yaşıtlarıyla kısa süreli de olsa oynayabilecek şekildeki birlikteliği onun sosyalleşme yolundaki ilk gerçek deneyimleridir. Genellikle kendi isteklerinin yerine getirilmesi ile ilgili, talepler nedeniyle çıkacak çocukların arasındaki çatışmalar için bir yetişkinin rehberliğine her zaman ihtiyaç vardır. Bu çatışmalarda arkadaşlarına kabadayılık taslar, gözdağı verip sürekli böbürlenir. Dili kullanması çevresi tarafından sunulan dil ortamı ile ilişkili olarak gelişir. Kullanılan dilin kalitesi, çocukla konuşma sıklığı, sorulara cevap verme veya soru sorma yoğunluğu, emir cümleleri değil, sıfatlar, zamirler gibi tanımlayıcı sözcüklerin kullanılması dil gelişimi için önemlidir. Yetişkinlerden duyduğu, gördüğü iyi-kötü her şeyi taklit eder. Dili bozuktur, küfredip, kötü sözler söyleyebilir. Başkalarına isim takar, arkalarından bağırır. Yakın geçmişteki olayları, deneyimleri, olup bitenler arasında ilişki kurarak anlatır. Özellikle sevdiği insanlara karşı çelişkili duygular içindedir. Bu nedenle zaman zaman hem bedeniyle hem de sözle kızgın ve saldırgan olabilir. Toplum içinde bazen olumlu bazen olumsuz davranır. Bu yaşlardaki çocuklar, yetişkinin isteklerini mantıklı olarak açıklamasını ister, kendi davranışlarını, yetişkinleri çekinmeden eleştirir, zaman zaman küfür sayılabilecek kelimeleri kullandığı, yetişkine karşı çıktığı gözlenebilir.

Bu dönemde neden özellikle arkadaşlarına karşı kötü sözler kullanma eğilimleri vardır?

Çocuklar çevrelerine söyledikleri kötü sözleri, kızmak, engellenmek, öfke duygularının ifadesi yanında, tepkileri takip ederek dikkat çekmek, ilgi ihtiyacı, yetişkinliğe ulaşma kriteri olarak görme, yetişkinleri taklit etme, kendini güçlü, özgür hissetme ve tepki gösterme aracı olarak kullanırlar.

3-4 yaş döneminde çocuk en çok hangi kötü söz ifadelerini kullanır?

Genel Küfür ve kötü söz kategorileri kızgınlık öfke ile zeka, diğer özürler ya da hayvan isimleri ile söylenen aşağılama kelimeleriyle kişiye yönelik, karşı tarafa zarar vermeyi uman beddua şeklinde ya da cinsel içeriklidir. Bu yaş çocuklarında ise sarsmak, şok etmek, ağızdan kaçan, kendini savunmak, zevk almak amacıyla söylenmiş daha masumane sözlerdir. “Pis Kaya”, “kötü çocuk”, “eşek”, “kakasın sen” gibi kelimeler yanında daha ileri yaşlarda bazı organ isimleri(meme, pipi) ile duruma heyecan katarak tepkileri izleyen sözcüklerdir..

Çocuk kötü sözleri nereden öğrenir, duyar?

Öncelikle yakın çevresi olan ailesi tarafından sunulan dil ortamı model olmaktadır. Ayrıca bu dili kullanan çocuğun aile tarafından desteklenmesi, şirinlik olarak görülüp kabul edilmesi de devamını sağlar. Oyun çevresinden, arkadaşlarından , televizyondan ya da bir şarkı sözünden de öğrenebilir.

Kötü sözler kullanan bir çocuğa ebeveynler nasıl yaklaşmalıdır?



Öfke ve düşmanlık dolu sözlerle model olmayıp, örnek olunuz.
Çevreden duymasını engelleyiniz.
Söylenen sözün anlamını ona açıklayınız.
Bu kelimeleri duymaktan dolayı rahatsızlığınızı dile getiriniz.
Duygularını başka türlü ifade etmesini sağlayınız.
Dikkat çekmek amacını taşıyorsa görmezden geliniz.
Şaşkınlıkla, kızarak ya da gülerek tepki vermeyiniz.
Başka aktivitelere yönlendiriniz.
Zaman ayırarak, olumlu ilişki kurun, cesaretlendiriniz.
Güzel konuşmalarını takdir edip, güzel konuşmalarının artmasını sağlayınız
Psikolog Şeyda Özdalga
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:10 pm

EQ (Emotional Quotient) Duygusal Zeka

Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran entelektüel zeka (IQ), 21. yüzyılda kendine güçlü bir rakip buldu..EQ.. Bir çok bilim insanının kabul ettiği gibi topluma uyum sağlamış başarılı bir kişi olabilmenin koşulu artık kişinin hem entelektüel zekaya (IQ) hem de duygusal zekaya (EQ) sahip olmasından geçiyor.

Peki EQ nedir ve neden önemlidir?

EQ hem kişisel ilişkilerde hem de iş ilişkilerinde, kişinin kendi duygularını ve diğer insanların hissettiklerini algılayabilme, tanımlayabilme, duygularını kullanarak kendini motive edebilme ve yönlendirebilme kapasitesine sahip olmasıdır. IQ, kavramaya ilişkin kapasiteyi ölçerken, EQ akademik zekanın destekleyicisi olan yeteneği tanımlamaktadır.

Daha memnun müşteriler ve daha huzurlu bir çalışma ortamı için, EQ'nun temel ilkelerinin iş yaşamına uygulanmasına dair birkaç örnek vermek gerekirse öncelikle; anlaşmazlıklar tırmandığında, oluşabilecek gergin ortamları yatıştırabilme, farklı görüşleri değerlendirerek buradan aldığı bilgileri ilerleme için kaynak olarak kullanabilme yeteneği EQ düzeyi yüksek bir çalışanın becerileri arasındadır.

EQ'su yüksek bir çalışan, kişisel ve sosyal yeteneklerini iş hayatına uygulamada başarılı olur. Kişisel yeteneklere örnek olarak bireyin tercihlerinden, başarılı olduğu alanlardan haberdar olması ve bunları doğru şekilde kullanabilmesi, ön sezgilerine güvenebilmesi ve içgüdülerini düzenleyebilmesi; özellikle de hedefine ulaşmada kendisine yardımcı olacak birikimini kullanarak yüksek motivasyon seviyesine ulaşması söylenebilir.

Sosyal yetenekleri açıklarken, iki nokta öne çıkar: Bunlar empati ve sosyal becerilerdir. Empati, kişinin karşısındaki insanı kendi yerine koyması ve onun duygularını, ihtiyaçlarını ve kaygılarını algılayabilmesidir. Hizmet sektörünün her alanında öne çıkan bu EQ özelliği müşteriye, anlaşıldığının, yardım edildiğinin ve önemsendiğinin hissettirilmesi açısından şarttır.

Sosyal beceri ise kişinin karşısındakinden istediği karşılıkları ve yanıtları alabilme yetisidir. Kişilerarası iletişimin yoğun olduğu insan kaynakları, pazarlama, reklam gibi sektörlerde bu özelliğe sahip çalışanların işlerinde çok başarılı oldukları bir gerçektir. Örneğin karşısındaki müşterinin kaygılarını anlayabilen bir pazarlama uzmanı, satış yapmakta diğer meslektaşlarına oranla daha başarılı

olabilir. Ya da işveren açısından değerlendirildiğinde, çalışanları ile iyi ilişkiler kurabilen, onlara kendilerini güvende hissedecekleri ve yeteneklerini ortaya çıkarabilecekleri bir ortam sağlayan yönetici, çalışanlarının çıkardığı işlerden daha verimli sonuçlar alabilir.

Çalışanların EQ düzeyini yükseltmek ve bu konuda onları bilinçlendirmek için çoğu firma, seminer programları hazırlatıyor. Fakat bu programların hazırlanma sürecinde çoğu işverenin düştüğü yanılgı, EQ gelişiminin, haftada bir veya iki defa düzenlenen seminerlerle sağlanılabileceği düşüncesi..

Oysaki EQ eğitimi, daha uzun vadede kişilerarası iletişim ve etkileşim gerektiren bir süreçtir. Bu etkileşimin yapı taşını karşılıklı diyalog ve empati oluşturur. Bu dialog ise kalabalık gruplarla değil; çalışanla EQ uzmanının birebir çalışmasıyla sağlanabilir.
Çocuk ve Disiplin


Ayşegül yine evin içinde çığlık çığlığa bağırıyordu.Ne zaman bir şey tuttursa ve annesi hayır dese uzun süre çığlıklar atıp bağırıyor,ağlıyor ve tekmeler savuruyordu..Henüz 5 yaşında olmasına rağmen evin hakimiyeti onun elindeydi.Çünkü her defasında bağırmalarının ve tepinmelerinin ardından sussun diye annesi ya da babası sonunda pes ederek istediğini yapıyorlardı.Başlangıçta bir çok yöntem denemelerine rağmen işe yaramamıştı. Ceza vermeyi denemişler,hatta sonradan pişman olmalarına rağmen bir kaç kez vurmuşlardı bile.Çoğu zaman annesi hayır dediğinde babası yorgun olduğunu ileri sürerek bağırmasını dinleyemeyeceğini ve Ayşegül’ün istediğini alacağını söylüyordu.Bir kaç kez de baba kızdığı halde anne babaya şunu bağırtmasana ,çocuk alt tarafı oyuncak istiyor bu kadar üzmeye ne gerek var diye söyleniyordu.Ayşegül artık evde anne ve babasını nasıl yola getireceğini iyice öğrenmişti ,evde otorite oydu...

Ayşegül’ün anne ve babası çocuk sahibi olacaklarını öğrendiklerinde çok sevinmişlerdi. Bebek doğduğunda sevimli ,uysal bir çocuktu.Aile de ilk torundu ve tüm aile üzerine titriyordu.Ancak gün gelipte Ayşegül istediklerini yaptırmak için evdeki huzuru bozduğunda oturup nerede yanlış yaptıklarını,evde yeniden disiplini nasıl sağlayacaklarını düşünmeye başladılar.O sevimli küçük bebek nereye gitmişti,bir dediğini iki etmedikleri halde şimdi onlara karşı çıkıyordu.Yanlış neredeydi?

Disiplin,kişinin düzen sağlaması,düzenli yaşaması demektir.Ailede disiplinden söz edecek olursak ,aile bireylerinin belirli bir düzende yaşamalarını düşünebiliriz.Her ailenin farklı bir düzeni olduğuna göre,farklı bir disiplin anlayışı var diyebiliriz.Bazı aileler daha katı bir disiplin uygularken ,bazı aileler daha esnek olabilmekte ya da kurallara fazla yer vermemektedirler.

Çocuğa disiplin öğretmenin yolu ise genellikle ödüller ve cezaların uygulanması ile denenir.Anne ve baba, çocuk onların istediği gibi davranmadığı zaman ne yapmaları gerektiği konusunda çoğunlukla kararsızdırlar.Bazen şiddetli tepki gösterirler,cezalar birbirini izler , bazen de yapılan hata görmemezlikten gelinebilir.

Bütün çocuklar kuralları öğrenirken açıklamalara gerek duyarlar.Ebeveynler kuralları çocuklarına öğretirken öncelikle kendi aralarında disiplini nasıl sağlayacakları hakkında konuşmalı ve bir tutarlılık sağlamalıdırlar.Çocuk anne ve babanın aynı olaya farklı tepkiler göstermesi karşısında nasıl davranacağını kestiremez.Bazen aile içinde annenin izin verdiği bir şeye baba hayır diyebilir.Bu sorunu aşmak ancak anne ve babanın aynı dili konuşması ile mümkün olacaktır.Aksi takdirde çocuk hayır yanıtını aldığı babadan anneye gidecek ve istediğini elde edene kadar uğraşacaktır.Ya da bir kez yaptığı davranışa peki ,bu seferlik öyle olsun yanıtı vermek çocuğun sınırları tanımasında sorun oluşturacak ve çocuk her defasında sınırları genişletmek için uğraşacaktır.

Çocuğa istenilen bir davranışı öğretmek istediğimizde neler yapmalıyız?

Anne ve babaların en sık şikayetlerinden biri defalarca söylediğim halde aynı şeyi yapıyor , her türlü cezayı denedik ama olmadıdır.Disiplin demek ceza demek değildir.Katı davranışlar sergilemek,her şeyi kurallı hale getirmek ve bu kurallar uygulanmadığında cezalandırmak istenilen davranışın yerleşmesini sağlamaz.Aynı zamanda katı yaklaşımlar çatışmanın büyümesine ve evdeki yaşantının keyifsiz bir hale dönüşmesine neden olacaktır.Çocuk ancak önündeki örneğe bakarak model alır ve öğrenir. Dikkat edilecek noktalardan biri de çocuğa öğretmeye çalıştığımız disiplini önce kendimizin uygulamasıdır.Örneğin çocuğa arkadaşlarına kötü davranmasının ne kadar yanlış olduğunu söyleyip bu nedenle onu cezalandırmadan önce evde aile bireyleri olarak birbirimize nasıl davrandığımıza dikkat etmemiz, küfür etmenin kötü olduğunu söyleyip trafikte sinirlenip çocuğun yanında diğer sürücüye küfür etmemiz ne derece tutarlı olacaktır.Eğer ebeveynler olarak disiplinli, düzenli bir davranış sergilersek çocukta bunu örnek alacaktır.

Bir diğer noktada çocuğa evdeki kuralların ne olduğunu , kendisinden neler beklediğinizi ona anlatmaktır.Çocuk bilmediği konularda kurallara uyamaz.Bugünden itibaren çocuktan daha önce hiç uygulamadığım bir kurala uymasını beklemek haksızlık olur.Çocuk önceden kendisinden neler beklendiğini bilirse evde çatışmalarda ortadan kalkacaktır.Yapacağımız açıklamalar,beklentilerimizin ne olduğunu doğru ve açık bir dille anlatmak ona doğru davranışı sergileme şansını sağlayacaktır.Bir önemli noktada beklentilerimizin çocuğun yaşına ve yapısına uygun olmasıdır.

Disiplin kişinin belirli bir düzende yaşamasıdır demiştik.Kuralları öğretmeye başladığımızda asıl hedefimiz çocuğun bunları benimsemesi,düzenli yaşamayı kendi başına uyarılara gerek duymadan yapabilmesini sağlamaktır.Böylece çocuğu sürekli olarak uyarmaktan, cezalandırmaktan ve evde çatışma yaşamaktanda kurtulmuş oluruz ve çocukta her fırsatta eleştirilmekten ,azarlanmaktan ve cezalandırılmaktan kurtulmuş olur.

Her insanın yeni bir şey öğrenirken deneme ve yanılma yolu kullanması,denerken hatalar yapması doğaldır.Çocukta yeni kurallar öğrenirken deneyecek,sonuçlarını görecek belki bir-iki kez daha aynı hatayı yapacak ancak öğrenecektir.Önemli olan bu deneme yanılmalarda ona gereken sabrı ve desteği göstermektir.Yaptığı ilk hatada kızmak yada cezalandırmak, düşünmesine olanak tanımadan yaptığın yanlış diyerek kestirip atmak davranışı öğrenmesini engellemekten başka bir işe yaramaz.

Çocuk istenilen davranışı gösterdiğinde ,bu davranış için gösterdiği çabayı fark ettiğinizi , onu takdir ettiğinizi ,bazen sonucu yanlış olsa bile sadece harcadığı çaba için bile onu takdir ettiğinizi,bu kez neden olayın olumlu sonuçlanmadığını ve gelecek sefere ne yapması gerektiğini sabırla anlatmak gerekir. Çocuğu başaramadığı konularda fazlasıyla uyarırız.peki ya olumlu davranışlar.Onlar genellikle olağan ve yapılması gereken davranışlar olduğu için takdir etmeye çoğu zaman gerek bile duymayız.

Olumlu davranış ancak olumlu bir tepki görürse pekişecektir.Kendimize ne kadar hata yapma fırsatı tanıyoruz,çocuğumuza ne kadar ...Bazen bir süre için sadece yapılan olumlu davranışları görüp,onlara odaklanmak ,hatalı davranışları sık sık hatırlatmamak gerekebilir.Takdir etmek ve ödüllendirmek istenilen davranışın hemen ardından yapılmalıdır.Aksi takdirde çocuk ne için ödüllendirildiğini ya da beğenildiğini unutacak,aynı olumlu davranışı sergilemeyi de hatırlamayacaktır.

Sabır göstermek bazen gerçekten zor gelir.Zira çocuklar ebeveynlerin sabırlarını zorlamada çok başarılıdırlar.Öncelikle patlayacağınızı hissettiğinizde çocuğa duygunuzun ne olduğundan bahsedin ve o sırada tartışmayı kesip,hem kendinizin hem de çocuğun sakinleşmesini bekleyin.Kendinize çocuğa sinirlendim ama acaba bu öfkenin gerçekten ne kadarı çocuğa yönelik,ne kadarı başka nedenlerden diye sorun.Bazen işte yaşadığınız bir sorunu eve taşıdığınız için ya da o gün sizi kızdıran bir olay için patlayacak yer ararsınız.Karşınızdaki en kolay hedefte çocuk olur.Tartışma başladığını hissettiğinizde çocuğa çok kızgınım ya da yorgunum ,üzgünüm diye duygunuzu açıklayın.Çocuk bunu anlayacaktır.Bazen aynı davranışı sizi anlamamazlıktan gelip sürdürebilir ancak her defasında aynı şekilde davranırsanız bir süre sonra çocuk bu değişikliği fark edecek ve o da duyguları yolu ile konuşacak belki de neden o gün böyle davrandığı ,canını sıkan bir şey olup olmadığını anlatacaktır.Çocuk istenmeyen bir davranış yaptığında bunun sonuçları hakkında düşünmesini sağlamak ve açıklamak önemlidir.Evde belirlenen kurallara uyulmadığı zaman bunun kendisine ya da başkasına ne gibi zararları olacağı çocuğa anlatılmalı ve bunlar hakkında düşünmesi sağlanmalıdır.Bunun için çocuğa fırsat tanımak gerekir.Çocuk ısrarla kardeşinin eşyalarını karıştırıyor,bozuyor ve dağıtıyorsa ,bunun yanlış olduğu anlatılmalı,kardeşini üzdüğü hakkında düşündürülmeli ve kardeşinin eşyalarını toplaması sağlanarak yaptığı olumsuz davranış hakkında davranışını telafi etmesine ve düşünmesine yardımcı olmalıdır. Cezalandırmak çocuğunuzun öfkesinin artmasına neden olacaktır.Artan öfkenin kaynağı ise siz olacağınız için çocuk aldığı ceza ile davranışı arasında bağlantı kurmak yerine , ceza ile sizin aranızda bağlantı kuracak,böylece davranışının sonucunu düşünmesine fırsat kalmayacaktır.Halbuki amaç ,sonucu öğrenmesi ve sonuca katlanmasını, düşünmesini sağlamak olmalıdır.Ödüllendirme yönteminde de dikkat edilmesi gereken yapılan her davranışı maddi olarak ödüllendirme yöntemidir.Dersini yaparsan sana şeker alacağım ya da seni gezmeye götüreceğim gibi ödüllendirmelerde bir süre sonra çocuğun istekleri karşılanamaz boyuta varabilir.Çocuk rüşvetle davranmayı öğrenir.Ödülünde dozu önemlidir.Ödül önceden değil mutlaka istenen davranış yapıldıktan sonra verilmeli,mutlaka maddi bir ödül olmamalıdır,örn;sözlü takdirde bir ödüldür.İstenen davranışın yapılması bir süre sonra ödül olmadan da olmalıdır.Hedef ödüllendirme ile öğrenilen davranışın yerleşmesi ve ödüle gerek duymadan yapılması olmalıdır.

Unutmamalıdır ki çocuğa ne kadar olumlu yaklaşırsak o kadar olumlu cevap alabiliriz.Burada kendimiz için neler bekliyorsak aynısını çocuğa da uygulamamız gerektiğini hatırlamalıyız.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:11 pm

Çocukluk Kahramanlarımız

Çocuklar yaşantılarından bir şeyler öğrenip, gelecekteki acılardan korunmak için çaba gösterdikçe daha da gelişirler. İlk nefesimizi almaya başlamadan önce bile kişiliğimize katkısı olan ebeveynlerimizin yanında akranlarımızdan, öğretmenlerimizden, çevreden gelen yaklaşımlar, kişiliğimizin temel şemalarını oluşturur. Çevresiyle olumlu ilişkiler içinde olan, keyif alan, özerk, kendini ifade eden, ilişkilerde sınırları fark edebilmeyi belirleyen yetişkinlik durumlarının tohumları çocukluk döneminde atılır. Sevgi, güvenli bağlanma, yeterlilik, hareket özgürlüğü, kimlik algısı, gerçekçi sınırlar koyma, hatalara tolerans, ihtiyaçların ifade edilme özgürlüğü gibi temel ihtiyaçların ileri derecede engellendiği ya da aşırı verildiği durumların sonucu yetişkinliğe yansır. Tüm bu sistem kişinin inanç ve inanışları ile düşünce sistemini oluşturur.

Çocukken büyük, güçlü, güzel, olağanüstü yetenekli, ölümsüz, yenilmez, kararlı, cesur, iyilerin yanında, özgür kahramanlara inanmaya gereksinim vardır. İlk kahramanlarımız kimimize göre anne ve babalarımız oldu. Daha sonra onların yerini masalların, çizgi romanların, kitapların, filmlerin, tarihimizin, efsanelerimizin kahramanları aldı. Çocuklar ilk gençliğe geçme dönemlerinde, savaşan, galip gelen, kuvvetli, adil, maceracı, ulaşılmaz kahramanlara bir rol modeli olarak gereksinirler. Yaşamda karşılaşacakları olumsuzluklara karşı hayatta kalmanın ilk hazırlıkları bu kahramanlarla başlar. İdeallerini gerçekleştiren, eksik olan yönlerini onlarla tamamlayan, kişilik özelliklerini yansıtan rollerin içinde hissederler kendilerini. Bu özellikleri doğurup, geliştirip, beslerler kişiliklerinde. Kimi hayal kırıklığına uğrar farklı gelişirler. Kimi bu etkileri yaşamlarında sürdürür. Maceracı, güçlü, özgür olur. Çocukluk kahramanlarıyla özdeşleşmek çocukluğu geliştirir, korur, yetişkinliği anlamlı kılar. Kahramanlar mı kişiliği belirlemeye yardımcı olur ? Kişilik mi o kahramanları seçer ? Yaşam boyu çevremize uyum sağlamakta kullandığımız tüm düşünce kalıpları çocukluk algısıyla şekillenir. Değerlilik, Sevgi, Yeterlilik ve Başarı şemaları erişkinlikte kendini ya bu durumların sürdürülmesi, ya önemsenmemesi ya da aşırısını yaşamak şeklinde gösterir. Çocukluk Kahramanların seçimini de bu ihtiyaca destek olarak değerlendirebiliriz.




Psikolog Şeyda Özdalga


Yaratıcılık Nedir?


Yaratıcılık en basit şekliyle orijinal, sosyal faydalılığı olan ürünler veya fikirler yaratabilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Fakat bu tanım tam bir cevap değildir. Yaratıcılık alanında en önemli isimlerden olan Frank Barron, yaratıcılık için daha kapsamlı bir tanımlama yapmıştır. Öncelikle, yaratıcılık yaratılan ürünün özellikleri ve ürünün aldığı sosyal kabul ile değerlendirilebilir. İkinci olarak yaratılan ürün kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir. Örneğin; çözülen ya da tanımlanan problemin zorluğu, önerilen çözümün zerafeti, ürünün yarattığı etki. Üçüncü olarak; yaratıcılık onu besleyen yeteneklerin, becerilerin temelinde değerlendirilebilir.

Yaratıcılık, diğer mental fonksiyonlardan farklı bir zihinsel yeterlilik olarak düşünülebilir. Yaratıcılık, “Zeka” adı altında toplanan kompleks bir çok yetenekle ilişkisi olmasına rağmen, onlardan bağımsız gözükmektedir. Genellikle, yaratıcılık yeteneği olan kişiler zeka testlerinde normal popülasyondan daha yüksek puanlar almaktadır ve objektif gözlemciler tarafından da yaşıtlarından daha zeki olarak değerlendirilmektedirler. Fakat, IQ testlerindeki yüksek puanlar yaratıcılığı göstermiyor olabilir. Bu konudaki çalışmalar (Terman’ın üstün zekalı çocukları hayatları boyunca takip ettiği çalışma ve McKinnon’ın mimarlarla yaptığı çalışma) üstün zekalı kişilerin diğerlerine kıyasla daha iyi sosyal becerilere ve sağlığa, daha fazla intihar oranlarına sahip olduklarını fakat yaratıcılık anlamında genel popülasyondan farklılık göstermediklerini ortaya koymuştur. Mc Kinnon’a göre; 120’nun üzerinde bir IQ skoru ile yaratıcılık arasında herhangi bir korelasyon yoktur.

Yaratıcılık yeteneğini ölçmeye yönelik çok çeşitli metotlar vardır. Dennis Hocevar (1981) yaratıcılığı ölçmeye yönelik olarak kullanılan metotları özetlemiştir. Bunlar:

1) Farklı düşünme testleri
2) Tutum ve ilgi Envanterleri
3) Kişilik Envanterleri
4) Biyografik Envanterler
5) Öğretmen değerlendirmeleri
6) Arkadaş Değerlendirmeleri
7) Supervizör Değerlendirmeleri
Cool Ürünlerin Değerlendirilmesi
9) Tanınma, Saygınlık
10) Belirtilen Yaratıcı Aktiviteler ve Başarılar

Büyük ölçekli araştırmalarda en çok kullanılan yöntemler üçüncü kişiler tarafından değerlendirmeler ve biyografik analizlerdir. Kişilik testleri veya kişinin düşünce yapısını değerlendiren yöntemler seçilmiş gönüllü örneklem üzerinde sıklıkla kullanılmaktadır.

Sözel akıcılık, fikirlerin akıcılığı, yeniden tanımlamalar, yeniliğe açık olmak, bağımsız düşünebilme, birbirinden uzak bağlantıları kurabilme, fikir üretimi için çaba harcamak, zeki insanlarda yaratıcılığı destekleyen yeteneklerdir. Çoğu çalışma, yaratıcılığın ifadesinin sadece bir davranışla; bir soruya cevap vermek gibi, olmadığını ve birçok aşamadan oluşan bir süreç sonunda olduğunu söylemektedir. “Evraka” anı, daha önce yoğun bir bilgi toplama, değerlendirme süreci olmadan oluşmaz.

Arnold Ludving, (1989) yaratıcılığın ilk aşamasını hazırlık süreci olduğunu söylüyor. Bu dönemde, kişi ilk bakışta çözümsüz gibi gözüken bir problemi çözmeye kalkar fakat başarılı olamaz. Daha sonra problem bir kenara koyulur ve kuluçka dönemi başlar. Bu dönemde, genelde kişiler başka bir işle meşgulken bilinç dışında fikirler oluşmaya başlar. Daha sonra, keşif etme, aydınlanma, evraka denilen durum meydana gelir. Bu genellikle, rüyalarda veya rahat olunan bir zamanda oluşur. Fakat içgörü keşif etmek için yeterli değildir. O yüzden son aşamada, eldeki veriler değerlendirilir ve fikirler bilimsel, estetik veya sosyal standartlara göre test edilir.

Psikanalistlerin “egonun hizmetinde gerileme” diye adlandırdıkları; deneyimleri genişletmek ve zenginleştirmek için bilin dışına dönmeyi anlatıyor. Aklın gizli kısımlarına erişmek, sanatçıların, yazarların, daha az ölçüde filozofların ve bilim adamlarının yapabildiği bir şey gibi gözüküyor.

Bilinçdışının günlük hayattaki beklenmedik şekilde ortaya çıkışı ise ruhsal sorunları olan insanları karakterize etmektedir. Bir çok çalışmanın gösterdiği gibi; yaratıcılık ve ruhsal sıkıntılar arasında kuvvetli bir bağ vardır. Yaratıcı kabiliyeti olan zeki insanlarda ruhsal sorunların oranı genel poülasyona göre oldukça yüksektir.

Refereanslar

Ludwig, A.M. (1989). Reflections on creativity and madness. American Journal of Psychotherapy, 43, 4-14.
Hocevar, D. (1981). Measurement and creativity:review and crituque. Journal of Personality Assessment, 45, 450-464.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:13 pm

Beynimiz ve Biz

İnsan beyni dediğimiz organda, çok karmaşık bir mekanizma, hayat boyu işleyip gider. Beyindeki ve vücudun diğer kısımlarındaki milyarlarca nöron, birbirleriyle ilişki kurarak, sinir sitemini oluşturur ve bizim tüm hayatsal mekanizmalarımızı en üst düzeyden yürütür. Aslında, bir çok sinir bilimcinin dahi kolay kolay hayal edemediği bir şeyi gözümüz önünde canlandırmamız gerekiyor.


Ana yapısı hücrelerden oluşan kimyasal bir çorbadır sinir sistemi. Fakat öyle karmaşık bir çorbadır ki, bu gün için, hem bu çorbanın içeriği hakkında çok az bilgimiz bulunuyor, hem de bildiğimiz ögelerin de ne iş yaptıklarını bir türlü tam olarak açıklayamıyoruz. Ayrıca bu kimyasal çorba, nabız gibi atan, sürekli hareket eden, dinamik, her ögesi diğer başka bileşenlerden etkilenen ve her an kaotik (karmaşık, tahmin edilemez) tepkiler ve işlemler yapan, amaca yönelik bir bütünlüktür. Her hücre birbirinden bağımsız yaşayan birimler olsa da, vücudun diğer organları ile beraber, tüm vücut ve çevre olaylarıyla da etkileşir ve bütünlük içinde çalışırlar. Belli yerlerdeki sinir hücresi grupları, belli yerlerdeki başka gruplarla ilişki alindedir ve bu ilişkiler de ihtiyaca ve bireye göre oldukça değişkenlik gösterir.

Beynin ve sinir sisteminin işleyişi, yakın zamanlara kadar, basit elektrik devrelerine benzetilerek açıklanmaya çalışılmıştı. Bu anlayışa göre, karmaşık da olsa, sinir sistemi (ve tabii tüm biyolojik sistemler), anlaşılabilir ve laboratuarda tekrarlanabilir, üretilebilir bileşenlerden oluşmaktadır. Hatta, bazı gruplar bu anlayışı birkaç adım daha ileriye götürerek, sinir siteminin aslında karmaşık bir elektrik devresinden ibaret olduğunu ve üzerinde yeterli miktarda çalışılarak, insan beynine benzer bir makine yapılabileceğini bile söylemişlerdir. Yani, düşünen, karar veren, sevinen, üzülen, kıskanan, hisseden ve hatta yeri geldiğinde cinnet bile geçirebilen bir makine olmalıdır bu. İşin garibi, bu fikir ortaya atıldıktan bu güne kadar, bunun nasıl başarılacağı konusunda kimsenin en ufak bir fikrinin bile bulunmaması...


Büyük bilimci Einstein'e atfedilen bir söz vardır: "Bilim olabildiğince basit olmalıdır, ama asla daha basit değil..." Yani, bazı süreç ve olguları olduklarından daha basit görmek ve küçümsemek, bilimsel anlamda bizi hiçbir yere götürmez. Unutmayalım ki, sadece bildiğimiz oranda anlayabiliriz ve, bu gün bildiklerimizin, tüm evrendeki bilgi miktarı yanında bir hiç olduğunu akl-ı selim sahibi tüm insanlar teslim edecektir. O zaman, her hipotez için en az iki kez düşünmek durumundayız demektir.
Bu kısa girişten sonra, şimdi de sinir sisteminin işlevlerine bu işlevelrin sonuçlarına ve bildiğimiz kadarıyla bu işlevler konusunda bizim neler yapabileceğimizi tartışabiliriz...

ALGI
Algı, tartışılması ilginç bir konudur. Yaşadığımız çevreyi ve bu çevrenin bileşenlerini, ve hatta kendimizi nasıl algıladığımız, derin olarak düşünüldüğünde kafa karıştırıcı bir konudur. Şimdi anlatacağım şeyleri belki başka yerlerden de parçalar halinde duymuş olabilirsiniz ama, hepsini bir arada inceleyip, derinlemesine bir fikir jimnastiği yapmak ilginç olacaktır düşüncesindeyim.


Bu günkü (ve hatta uzun süreden beri var olan) görüşlerimize ve bilgilerimize göre, beyin, algının en üst değerlendirme merkezidir. Bu işi yamak için, çevreden gelen uyarılara ihtiyacı vardır. Uyarıları çevreden veya vücudun içinden alan duyu algaçları, bu duyuları elektriksel sinyaller halinde beyine gönderir. Beyin de bu aldığı elektriksel uyarıları -bu gün bile nasıl olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir mekanizmalar ağı ile- değerlendirerek, o uyaranın "ne demek" olduğunu belirler ve ona verilecek tepkileri başlatır.

Az önce bahsettiğimiz "duyu algaçları" çeşitlidir. Örneğin, etrafımızdaki ışık saçan veya yansıtan cisimleri "göz" dediğimiz algaç vasıtasıyla algılarız. Aynı şekilde, kulak, seslerin; deri algaçları dokunma, ağrı, ısı vb. gibi uyarıların; vücut içindeki yüzlerce değişik tipteki algaç, açlık, susuzluk, ağrı ve hatta moral durumu, sinirlilik, sevgi vb gibi karmaşık duyguların, dildeki algaçlar tadın ve burundakiler de koku duyusunun, değerlendirilmek üzere vücuda girip, beyine gönderildiği kapılardır. İşin ilginç yanı da burada ortaya çıkar. Şimdi bunları nasıl algıladığımıza bir bakalım...

Biyoloji ve tıp kitaplarında bulabileceğiniz açıklamalar ne kadar da basittir! Örneğin, gözden girip, beynin arka bölgesine giden uyarılar, görmemizi sağlar. Bu ifadede ilk bakışta pek bir sorun gözükmüyor. Okuyorsunuz ve "vay be, adamlar her şeyi çözmüş" diyebiliyorsunuz. Peki ya insan beynine yakışan bir tarzda düşünürsek ne olur?

Gözü ele alalım. Siz de bu arada diğer duyuları düşünebilirsiniz. Göze giren ışık, gözün retina tabakasına çarpar ve burada, çok ama çok karmaşık bir sistemle çalışan algaç hücrelerinde, bu ışık enerjisi, elektriğe dönüştürülür. Neden? Çünkü beyin sadece elektrik sinyallerini yorumlayabilir de ondan. Daha sonra gözdeki sinir hücrelerinden çıkan aksonlar (taşıyıcı uzantılar veya elektrik kabloları), beyinin arka (oksipital) bölgesine giderler. Burası beynin görme ile ilgili alanlarını içerir. İşte buraya bir elektriksel uyarı verilirse veya doğal kablolar yoluyla az önce belirttiğimiz yoldan bir uyarı gelirse, bu uyarı, geliş yeri ve geliş sıklığına göre, "görme uyaranı" olarak yorumlanır. Yani kısaca, bu elektrik nereye gelirse, o alanın görevine göre yorumlanır. Bir benzetme yapmak gerekirse, bu, herhangi bir insanı Türkiye'de iken Türk, Amerika'da iken Amerikalı ve Uganda'da ise Ugandalı olarak değerlendirilen bir bilgisayarın durumuna benzer. Çünkü bu bilgisayarın tek bildiği şudur: Bir insan neredeyse oralıdır. İşte beyin de kabaca bu şekilde programlanmış bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Deneysel olarak, görme alanlarına elektrik verirseniz, beyninin o alanına elektrik verilen kişi gerçek anlamda bir ışık veya bir başka şey "görür". Ama aynı elektriği alıp bu kez duymayla ilgili bölgeye verirseniz, bu kez kişi "ses duyacaktır". Aynı şekilde, aynı elektrik nereye verilirse, o bölgenin fonksiyonuyla ilgili bir yorum yapılır. Şimdilik bu kısmı aklınızın bir köşesinde tutun, çünkü az sonra buna yeniden döneceğiz.

İkinci bir konu algıladığımız şeyin ayrıntılarını nasıl algıladığımızdır. Bu daha da karmaşık bir mekanizma gerektirir. Örneğin, ışık uyaranı ilgili bölgeye geldi gelmesine ama, bu görülen şey nedir? Hareketli midir? Büyüklüğü, uzaklığı, yapısı, dokusu, yönelimi nasıldır? Besin midir değil midir? Bu görülen görüntüye nasıl bir tepki verilecektir? İşte bu ve bunun gibi daha bir çok özellik, yine beyin tarafından tayin edilir. Bunun için ise, beyinde ilişkilendirme alanları ve ikincil, üçüncül vb. alanlar denen alanlar bulunur. Her türlü duyu için bunlar geçerlidir. İşte görme örneğinde, gelen elektriksel görme uyarısı, ana görme merkezine geldikten hemen sonra, bu yardımcı alanlara gönderilir. Buralardaki karmaşık sinir hücresi bağlantıları, akıl almaz bir hız ve karmaşıklıkla, gelen bilgiyi daha önceki bilgilerle, ve diğer duyularla karşılaştırır ve saniyenin milyonluk kesirleri içerisinde bir karara varır. Bu karşılaştırma işleminin nasıl olduğu ise hala bir sır. Örneğin, dışarıdan elektrik vererek, kabaca duyuları taklit edebileceğimizi biliyoruz. Fakat ne kadar ince bir elektrik akımı verirsek verelim, kişiye, sözgelimi annesinin veya bir sandalyenin görüntüsünü gösteremeyiz. Şu an yapabildiklerimiz sadece kaba ışık patlamaları olacaktır.

Algıyla ilgili son bir konu daha var ki, biraz felsefe kokan ve ilk duyuşta kavranması biraz zor olan bir mesele. Ama belki de, kavrandığı anda, insanın her şeye bakışını da değiştirebilecek kadar ilginç bir konu bu. Olabildiğince kısa bir biçimde bu konuya göz atalım:

Gene görme örneğini ele alalım. Göze giren ışık, gözden beyine bir elektrik sinyalinin gitmesine sebep olur ve bu sinyal, görme merkezine giden kablolarla taşındığı için, görüntü olarak yorumlanır. Bir sandalyeye bakalım. Bu sandalyeden yansıyan ışık, gözümüze girip, elektrik halinde beynin ilgili bölgesine ulaştıktan sonra, beyin bu uyarıyla ilgili tüm işlemleri yapar ve o uyaranın bir sandalye görüntüsü olduğuna karar verir. Ya da aynı şekilde, yüksek bir tepeden bir ovayı seyrederken, görüntüler yine beynimiz tarafından anlamlandırılıp yorumlanır. Şimdi de, baktığımız nesne veya manzarayı bir kenara bırakıp, beynin içinde olanlara bakalım. Bir elektrik sinyali geliyor, değerlendiriliyor ve bunun bir görüntü olduğuna karar veriliyor. Dışarıdaki görüntüyü bir an unutursak, beynin bunu nasıl yaptığı konusunda hayrete düşmememiz imkansızdır. Sadece sırayla gelen elektrik sinyallerinden, yemyeşil bir ova görüntüsünü üretebilmeyi, tamamen karanlık bir muhafaza içinde bulunan beyin nasıl becerebilir? Evet, beyine hiçbir şekilde ışık ulaşmaz, çünkü kat kat zarlarla paketlenmiş olarak, kafatasının içinde bulunan bir organdır beyin. Peki nasıl olur da beyin ışık "görür"? Az sonra... :-)

Haydi, düşünce gücümüzü biraz daha zorlayarak, hayali bir deney yapalım. Bu deneyde, gözden gelen sinir kablolarını gittikleri yerden çıkarıp, örneğin duyma ile ilgili beyin bölgesine bağlayalım. Ne olur? Evet, tahmin edileceği gibi, bir ovaya bakarken, görüntü yerine sesler duyarız. Kulaktan gelen kabloları da görme merkezine bağlarsak, artık rahatlıkla, konuşmaların rengini ve şeklini görüp, manzaranın sesini duyabiliriz.

Nasıl? Bence karmaşık. Buraya kadar bahsettiğim şeyler benim görüşlerim değil, sadece modern sinir bilimlerinin söyledikleri; yani bilimsel veriler. Buradan çıkarılabilecek bazı sonuçlar da mevcut. Hem de bu sonuçlar, yenilir yutulur türden değil. Bu sonuçları çıkarmadan önce, dünyanın algıladığımız kısmının ne kadar dar olduğunu tekrar hatırlatmak istiyorum. Gözle görünür halde olan ışık, sadece 450-700 nanometre (milimetrenin miyarda biri) dalga boyuna sahip ışınların arasında yer alanlardır. Halbuki, dalgalar, teorik olarak sıfırdan, kilometrelerce dalga boyuna sahip radyo dalgalarına kadar değişen bir aralıkta dağılmıştır. Yine duyabildiğimiz sesler, 10-10000 Hz (bir saniyedeki döngü sayısı) arasında yer alırken, bundan çok daha farklı frekanslara sahip sesler bulunmaktadır. Her duyu için bu daracık aralıklar geçerlidir. Acaba, kızılötesi ışınları da görebilseydik, o zaman bir çiçeğe baktığımızda nasıl bir görüntü algılardık? Bunu kimse bilemez. Yani, gerçek dünya ve evren, şu anki kısır algılama araçlarımızla algıladığımızdan çok daha farklı bir yer. Ama nasıl bir yer? Açıkçası, benim bu konuda herhangi bir fikrim yok...

Artık tartıştıklarımızdan bir sonuç çıkarabiliriz. Algı dediğimiz şey büyük oranda bir yanılgıdan ibarettir. Evreni gözlemleyen bir yaratık olarak, algı araçlarımızın kısıtlılığı nedeniyle, gerçek evrenin çok ilişkisiz bir temsilini seyretmek zorunda kalıyoruz. Hiçbir şey aslında (gerçekte) gördüğümüz, duyduğumuz, bildiğimiz, tattığımız, kokladığımız, anladığımız veya dokunduğumuzda hissettiğimiz gibi değil. İşin kötü yanı, görmediğimizi hayal edememe özelliğimizden dolayı, gerçekte bunların nasıl oldukları konusunda da bir fikir yürütemiyoruz. Bir ovayı seyrettiğimizi zannettiğimiz zaman, aslında, o ovadan kaynaklanan veya ondan yansıyan, algılama aralığımız içindeki uyaranların beynimiz içinde oluşturduğu, ovanın "gerçek haliyle" çok zayıfça ilgili bir görüntüyü seyrediyor ve onu algılıyoruz. Demek ki, aslında var sandığımız hiçbir şey, o haliyle var değil. Eski çağlarda, "aslında hiçbir şey gerçek değildir" diyen filozoflar tamamen haksız mıydı acaba?

Kısacası, dışarıda gördüğümüzü (duyduğumuzu, dokunduğumuzu vb.) sandığımız herhangi bir nesne, aslında sadece bizim içimizde bir yorum. Yani tepesinde durduğumuz tepe, aslında belki de beynimizin bir oyunu. Nasıl ki sinemada bir film seyrederken, hızla birbiri ardına gelen hareketsiz görüntüleri beynimizle birleştirip, şuursuz olarak hareket görüyorsak, benzer bir yanılsama burada da geçerli. Kabullenmesi zor ama, gerçek bu. En azından gerçeğin bir kısmı.

GERÇEKLİK

Modern fizik okumayı gerçekten çok severim. Fizikçi olmadığım ve yarısından çoğunu anlamadığım halde, teorik fizik ve de özellikle kuantum fiziği yazılarını okumak bana büyük bir haz verir. Bunun bir sebebi de, sanıyorum, "aptal akılcılar" tarafından senelerce küçümsenip, akıllı insanların dikkatlerinden kaçırılan kimi gerçeklere işaret etmesi. Artık, madde ve enerji denen olguların, aynı yapının ayrılmaz parçaları olduğunu ve aralarında dönüşümler bulunduğunu biliyoruz. Madde ve enerji gibi bir ayrım artık teorik düzeyde yok. Her şey birbiri ile bağlı ve devamlı. Enerji ve madde sürekli birbirine dönüşüyor. Ayrı ayrı tanımlayıp algılamaya alıştığımız ve isimler verdiğimiz tüm öğeler, aslında tek bir gerçeğin, bize görünen farklı yansımaları. Ama bunlar, gerçekle karşılaştırıldığında, son derece küçük ve anlamsız temsil ve yansımalar. Bunları artık mistikler ve din kitapları değil, 20. Yüzyılın sonunda fizikçiler söylüyor. Yani, neredeyse modern bir tapınak haline gelmiş olan bilim, geleneksel yöntem ve anlayışlarının kendisine yetmediğini, kendi kendine itiraf etmek zorunda kalıyor.

Bilimsel bilginin temeli deney ve gözlemdir. Gözlem, doğadaki hadiseleri olduğu gibi inceleyip, bu oluşlardan bir sonuç çıkarmaktır. Deney ise, doğanın bir parçasını laboratuara taşır. İlgilendiği hadise üzerine etkisi olabileceği düşünülen etkenlerle oynayıp onları değiştirmeye çalışarak, gerçek olayları değişik şartlar altında sınayan bilim adamı, deneyden elde ettiği verilerle, gerçek evrenin kuralları konusunda bir yoruma varmaya çabalar. Benim bile hatırlayabildiğim yakın bir zamana kadar (ve hatta yer yer bu gün bile), bu anlayışla yürüyen pozitif bilim, adeta tek gerçek bilgi kaynağı olarak kabul edilmekte ve her şeyi ama her şeyi açıklayabilecek bir araç olarak algılanmaktaydı. Bilimciler böyle düşünmekte tamamen haksız da değillerdi. Öyle ya, birkaç yüzyıldır, batıdaki kilise egemenliğinden kurtulan hür insan aklının tamamen hür bir biçimde ürettiği bilimsel bilgi, bir çok sorunu çözmüş ve bilinmezlerin büyük bir kısmını bilinir yaparak, bir çok fayda sağlamıştır. Bu gün iki yıllık yolu 2-3 saatte kat edebiliyorsak, bu modern bilimin verileri sayesinde olmuştur. Ama, çok gelişmiş ve modern bir elektrikli süpürgenin, sırf çok gelişmiş bir elektrikli süpürge olduğu için, mutfakta yemek pişirirken bile kullanılmaya kalkışılması gibi bir işte karşılaşılacak olan kaçınılmaz hüsrana benzer bir şekilde, pozitif bilimin de yeteneklerini abartan insanoğlu, bir süre sonra, kendisinin bina ettiği dar bir hücrenin duvarları arasında sıkışıp kaldı. Elbette, bilim insanoğlunun etkinliklerinin en iyilerinden biriydi ama, klasik anlayışlar, sıradan yöntemler artık fayda etmemeye başladı. Newton neredeyse bir fizik peygamberi iken, bu gün doğru ve yanlışları ile bilim tarihindeki yerine oturmuştur. Aynı akıbet, Darwin, Maxwell, Bohr, Einstein, Hawking ve diğer tüm bilimciler için de kaçınılmazdır. Eğer kullandığımız araç insan aklı ise, yanılmaya mahkumuz...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:13 pm

Az önce bahsettiğimiz algı konusuna geri dönelim ve bunu, şimdiki bilim tartışmamız ile birleştirmeye çalışalım. Algılarımızın sınırlı olduğunu biliyoruz. Hatta sınırlı kelimesi, bizim sınırlarımızı anlatmak için hiç de yeterli değil. Tüm duyularımız ve yapay araçlarımızla bile, evrenin çok ama çok soluk, binlerce perdeden geçen bir hayaliyle meşgul durumdayız. Ama, bu evrenin çok güzel bir özelliği var. Ne kadar küçük bir parça veya temsil üzerinde çalışılırsa çalışılsın, gerçeğe ulaşma şansı her zaman var. Çünkü yaşadığımız evren -modern fiziğin bize ima ettiği şekliyle- birbiri içinde girişken bir yapıda. Yani en küçük parçadan, atom altı düzeylerden, tüm gerçekliği seyretme imkanına sahibiz. Yeter ki uygun bir anlayış tarzı ile bakmasını bilelim.

Bana oldukça saçma gelen bir nokta, algılarımızın bu kadar sınırlı olduğunu ortaya koyan modern bilimin, yine bu algıların ve maddesel gözlemlerin sonucunda elde edilen sonuçları değişmez gerçekler olduğunu iddia edebilmesi. Gerçi bunu bilim değil, bazı "bilimci"ler yapıyor ama, biz genel konuşalım. Bu nasıl bir çelişki? Peki bunu kimse fark etmiyor mu? Elbette fark ediyor ama, başka sebepler de var.

İnsanoğlu eskiden beri bilinmeyenden kokmuş. Hala da korkmakta. İnanmayan, Hollywood yapımı korku filmlerinin konularına bir göz atabilir. Çoğu korku filmi, bilmediğimiz, hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı (yani modern bilimin bize hiçbir şey söyleyemediği) konulardan kaynak alır: Cinler, periler, hortlaklar, dış dünyalı yaratıklar, şeytanlar, akıl hastaları (evet, akıl hastalıklarının bir çoğu da bilinmezler arasındadır) vb... Bu konulardan yola çıkılıp korku filmleri yapılıyor, çünkü insanlar bunlar hakkında bir şey bilmediklerinden dolayı korkuyorlar. Özellikle, materyalist bilim anlayışı tüm eğitim (veya şartlandırma) basamaklarına sinmiş olan batı toplumunun bireylerinin, bu tip konulardan ödü patlar! Doğu toplumları ise kendilerine göre bu konulara karşı bağışık olduklarından ve her zaman ister istemez metafizik düşünce tarzıyla yoğrulmuş bir yaşamı yaşadıklarından, bu konulardaki korkuları daha azdır. Bu yüzden, örneğin ülkemizdeki sinemalarda oynayan yabancı korku filmleri genellikle büyük şehirlerde rağbet görür. Kırsal kesim insanlarını cezbetmez bu konular. Peki bunun konumuzla alakası ne? İşte bilinmezin verdiği bu korku, üç temel şekilde altedilebilmektedir. Birincisi, veya daha eski olanı, "ötelere" inanmaktır. Aşkın varlık veya varlıklara inanıp, bilinmeyen her şeyi kayıtsız şartsız onların tasarrufuna vermek, insanoğlunu rahatlatan bir yoldur. Sebebi sorgulanamaz çünkü, kaynak zaten aşkındır. Var olan duyu algı ve bilgiler onun anlaşılmasında yetersiz kalır. Bunun isbatı veya çürütülmesi de söz konusu değildir, çünkü bu kabul dogmatiktir, öyle olduğu kabul edilir ve bu toplulukları ve fertleri rahatlatır.

İkinci çözüm, temelde, az önce bahsettiğim birinci çözüme tepki olarak ortaya atılmış bir çözümdür. Bu anlayışa göre, bilinmeyen her şey, henüz anlaşılamamış, ama akılla çözümlenebilir bileşenlerden oluşan olaylardır. Yani, anlayamayacağiımız hiç bir şey yoktur, sadece "henüz çözemediklerimi" vardır. İşte özetle bu ifade, yakın zamana kadar kayıtsız şartsız saltanat sürmüş olan, katı-akılcı, pozitif bilimcilik anlayışının da temelini oluşturur. Gerçi biraz paradokslara meraklı okuyucular, bu ifadenin altında yatan paradoksu hemen göreceklerdir. Bilinmeyen şeylerin "bir gün bilinebileceği" düşüncesi tamamen dogmatiktir ve hiç bir bilimsel kanıtla temellendirilemez. Daha önce bilinmeyen kategorisinde yer alan olayların, akılcılıkla bilinir hale getirilmiş olduğunu düşünsek bile, bu durumun her şeyi kapsayacağını kabul etmenin, aynen birinci çözümde olduğu gibi tamamen dogmatik ve rahatlatma amacına yönelik bir kabulden başka bir şey olmadığı ortadadır. Kısaca söylemek gerekirse, çoğunluğu, birinci çözümü doğrudan "ilkellik" olarak niteleyenlerden oluşan bu ikinci çözüm savunucularının çözümleri de en az o kadar dogmatik ve bilimsel anlamda geçersizdir.

Ama hepsi bu kadar değil elbette ki. Bir üçüncü çözüm daha var. Fakat bu çözümü görebilmek için, insanın kendi yapısında var olmayan, kendi biyolojik varlığıyla bağdaşmayan suni korkulardan, onun olmayan amaçlardan ve garip, altı boş arayışlardan kurtulmak, yani gelişkin bir düşünce yapısına sahip olmak gerekli. Yukarıdaki çözümlerin ne kadar temelsiz olduklarını bir kez daha düşünüp, modern bilimsel bilginin ışığında, insanın elindeki cihazlarla neleri yapıp neleri yapamayacağını düşünmek, aslında akıllı bir insanı, doğrudan bu üçüncü çözüme götürebilir. Ben kendimce bulduğum bu çözümü şu şekilde ifade edebilirim. "Her şeyi kendi gerçeği ile anlamanın sırrı, anlamaya çalışanın kendi sınırlarını bilmesinden geçer". Evet, algının sınırlılığı, korunma ihtiyacı gibi konulardan sonra vardığımız nokta burası. Algıları sınırlı, anlayışı bağımlı ve bilgi kaynakları değişken olan insanoğlunun, itiraf etmeye çoğu zaman çekinse de, kolayca fark edebileceği bir durumu var. O da "aciz" olması. Sınırlı bir yaratık olarak, yapamayacağı şeylerin mevcut olduğunun bilincine varması hiç de zor değil.


Bu üç çözümden birini tercih etmek durumunda değiliz elbette ki. Herhangi birisi de, bunların üçünün dışında bir rol önerebilir benliğine. Örneğin, "adam sen de, sana ne? Seyret televoleni, hafta sonlarında gazetelerin verdiği sosyete eklerine bakarak salya bezlerini çalıştır, kim daha yüksek sesle bağırırsa ona inan, devlet babaya güven, gazetenin önce spor sayfasına bak, dayağın cennetten çıkma olduğunu aklından çıkarma, sanatı aşağıla, okuma ama televizyonu da ihmal etme, vs, vs..". Eğer Türkiye Cumhuriyeti sokaklarında gezerseniz, entel barlarda bir iki muhabbete şahit olursanız, bir kaç yeni dönem Türk filmi seyreder de yeni sorunlarımıza daha yakından vakıf olursanız, gazete bayileri önündeki beleş kuyruklarına daha dikkatli bakarsanız ve en çok satan gazetenin hangi marifetiyle en çok sattığına dikkat ederseniz, maça gider de oynanan karşılaşma yerine tribünleri seyrederseniz, televizyonunuzu açarsanız, Reha Muhtar'lar ile tanışırsanız ve de en son TBMM'ni bir dolaşırsanız, hem bu tip alternatif çözümlerin bir sürüsüyle rahat rahat tanışır, hem de bir yerlerde otururken yanınızdakine "noolcak bu memleketin hali" diye sormaktan kurtulmuş olursunuz.

Kısacası, bilim toplumu olmak ya da olmamak.... İşte esas sorun burada yatıyor. Sorgulayan, anlayan ve kendini bilen fertlerden oluşan bir toplum, elbette ki yetmiş küsür yıl aynı yüzler tarafından yönetilmeyi kabul etmez. Böyle bir toplum elbette ki haber bülteni çığırtkanlarının patrondan yazılı repliklerine göre hayat felsefesi düzmez. Ve elbette ki ancak ve ancak böyle bir toplum, 21. yüzyılda kendi başına karar verebilecek bir düzeye gelir. İşte tüm bunların anahtarı da, kanımca, fertlerin kendini anlamasından geçer. Zor bir şey önerdiğimin farkındayım ama, inanın, bir kez tadıldığı zaman kesinlikle başka lezzete yer bırakmayan bir lezzettir bu. Kendini bilmenin lezzeti. Yunus'un anlattığı, tarihimizin yakından bildiği ama her nasılsa bizim unuttuğumuz bir lezzet. Şimdi bu lezzetin tarifi burada biraz değişik belki ama, herkes kendi tarifini yapmakta özgür, öyle değil mi?
DUYGULAR

Duygular, her gün ve her an iç içe yaşadığımız, çeşitlerine isimler verdiğimiz ve onlarsız insan olamayacağımız bir takım kavramlar. Sevgi, öfke, aşk, nefret, kıskançlık, intikam ve daha ayırdına varamadığımız niceleri. Bilim yapan veya entellektüel düşünmeye çalışan insanlar, duygular konusunda da çağımıza özgü bir paradoks yaşamaya mahkümdurlar. Duyguların genellikle nesnel tabanları yoktur. Örneğin, aşk için canını vermek, hiç bir mantıksal temelle bağdaşmaz. Ama, insanın doğasında bu ve buna benzer bir dizi garip özellikler vardır. Sorun bunların kaynağının nesnel veya mantıksal olmaması da değildir aslında. Sorun, bunlarsız olamayan insanoğlunun, evreni bunlar olmadan, sadece akılla anlamaya çalışmasıdır. Neden mi?

Akıl, elimizdeki araçlardan sadece bir tanesidir. Veya en azından şimdilik öyle düşünelim. Akıl, mevcut verilerden hareketle, bir takım sonuçlar çıkarmaya çalışır. Genellikle nedenselliğe, yani neden sonuç ilişkisine göre çalışmaya şartlanmıştır. Genel bir akıl çalışma şeması, mantık derslerinde gördüğümüz önermelerin tümünü sınayabilecek bir takım sorgulama devreleri içerir. Akıla göre "şu şudur, bu budur, öyleyse şu da bu olmalıdır" şeklinde bir mantık işler. Sonuca gitmek için tek araç, değişik yollardan toplanan verilerdir. Bu verileri toplama yollarının ne derece güvenilir olduğundan da yukarıda bahsetmiştim. İşte akıl, (biraz abartmış da olsam) yetenekleri bu kadar olan bir araçtır (burada dikkat: akıl olmadan hiç bir şeyi anlamak mümkün olmaz, yani akılı da yadsımak mümkün değildir, ama sınırlarını bilirsek).

Şimdi, sağ elimizi kaldırıp bakalım. Anatomik yapısı el'den beklediğimiz tüm işlevleri yerine getirebilecek bir tarzdadır. Tutma, kavrama, yazma, sayfa çevirme vs. Ayrıca bildiğimiz gibi, alet yapabilmesi ve kullanabilmesi açısından, insana diğer hayvanlara göre önemli bir üstünlük sağlayan da bir organdır el. Ama el sadece bu işe yarar. Midenizdeki yiyecekleri sindirmek için elinizi kullanamazsınız. Bunun için, midede asit salgılayan mide hücrelerine ihtiyacınız var. Bunun yanında, sadece insana değil, hangi canlıya bakarsanız bakın, vücudundaki her eleman ayrı bir iş görür. Gereksiz bir parça bulunmaz (apendiks falan diyen arkadaşlar varsa, histoloji ve immünoloji kitaplarını karıştırmalarını öneririm). Zaten, vücutta lüzumsuz bir parça bulunması, bu günkü biyoloji bilimi ile çelişir. Pekala, bunların konumuzla ne alakası var?

İnsan sadece, eli, ayağı, midesi, beyni vb. olan bir canlı değil. Hisleri de var. Ne kadar anlaşılmaz ve ne kadar karmaşık olursa olsun, göz ardı edilemeyecek kadar etkili araçlardır duygular. Fakat, onalrın ne işe yaradıkları da düşünülmeli. Öyle ya, aşk diye bir duygu, yeri geldiğinde, organizmanın sağlığını ve hayatını tehlikeye düşürecek bir hal alıyorsa, burada bir mantıksızlık var demektir. Acaba bunlar, daha kompleks bir anlayış düzeyinin düşük seviyeli izdüşümleri olamaz mı? Yani bunlar, göründüklerinden başka işlere de yarıyor olabilirler mi?,
Özellikle batıda, yeni bilimsel verilerin ve kuramsal fiziğin geldiği son noktalarda garip bir takım bulgular ortaya çıkaran bilimciler, bunlara anlam katabilmek adına, son 20-30 yıldır, değişik yollara baş vurmaya başladılar. Bunlardan bir tanesi de, geçmişin öğretilerine bir göz atmak oldu. Özellikle, 60'lı ve 70'li yıllar kavşağında yaşayan ve uzakdoğu inançlarının değişik uyarlamaları ile tanışarak yepyeni dünyalara adım atan gençler, ileriki yıllarda, elde ettikleri bulgularla eski felsefeleri arasında enteresan bazı benzerlikler farkettiler (bkz: Yeni Bir Düşünce; Fritjof Capra). Bu benzerlikler, özellikle derinleşildiğinde, insanı şaşırtıcı boyutlara ulaşabiliyordu. Eskiden büyülü sözler gibi duran kimi ifadeler, yeni bilimin bulguları ile çoğu kez bire bir örtüşen esrarlı tesbitler haline gelmeye başladı. İşin garibi, siklotronlarla, yüksek matematik denklemleriyle, süper bilgisayarlarla çalışan bu araştırıcılardan binlerce yıl önce ortaya atılmış bu verilerin tek kaynağı, -kaynaklardaki ifadeyle- meditasyon ve derin düşünce -bazen de ilham veya vahiy- idi. Örneğin Budizm, Taoizm gibi populer kültüre çoktan malolmuş öğretilerin, garip ve hatta hayrete düşürücü sözler söyledikleri ortaya çıktı. Bu sözlerin tümünün ortak olan bir noktası da şuydu ki, bunları söyleyenler, deney ve gözlemlerle değil, kendi içlerine dalarak gerçekleştirdikleri okuma, dinleme, meditasyon ve derin düşünceler sonucu geliştirdikleri "hisler" ile konuşmuşlardı. Zaten ilginç olan da buydu...

Amacım elbette ki, içsel fikir yoksunu batılı bilimciler gibi, doğu mitlerini büyütmek ve reklamlarını yapmak değil. Şöyle bir sonuç çıkarımı benim kulağıma daha hoş geliyor: Demek ki, insanı gerçek bilgiye yaklaştırmada, hislerin de bir fonksiyonu pekâla olabilir. Yani, bilgi alımında, bir başka kaynağın, başka boyutların varlığının işaretlerinin de sezilmesi gerektiği düşüncesi...


Dr. Sinan Canan Şubat 1999
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:13 pm

Eğitimde Korkunun İzi

Korku: “ Bir tehlike veya tehlikenin olabileceği durum karşısında duyulan kaygı ...”

Dünya değişiyor,bütün değerler de revizyondan geçiyor. Çoğu kişi, 21. yüzyılı ‘Bilginin altın çağı’ olarak tanımlıyor. Peki kendimizi pek sık kıyasladığımız gelişmiş batı toplumları bu çağa ayak uydurmak için eğitim reformları yaparken, biz yeterli sayıda öğretmen ile yeterli sayıda öğrenciye ulaşıp onlara kaliteli eğitim verebiliyor muyuz?

Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi eğitimde korkutmanın ve bastırmanın etkileri çocuklarda negatif etkiler yaratıp bazen de kronik hale gelmesine sebep olur. Dünya değişip ileri teknolojilerini eğitime yansıtırken, öğrenci merkezli eğitim yapıp araştırmacı-deneysel eğitim programları uygularken bizim eğitimcilerimizden baskısız, düşünmeye ve soru sormaya motive eden, iletişim kanalları açık olan bir eğitim sistemi istememiz herhalde çok fazla olmayacaktır.

Eğitim sadece gelişen çağa ayak uydurmak için değil, aynı zamanda insanın kendini gerçekleştirme dürtüsünü tatmin için de çok önemli bir araçtır. A. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisine göre; basit fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra piramidin en tepesinde kendini topluma kabul ettirme ve sevdirme yer alır. Bu da ancak iyi bir eğitim sonucu oluşan kendine güven ile oluşur.

Bunların yanı sıra yaşadığımız çevre ve aldığımız eğitim bizi biz yapan yapı taşlarıdır. Örneğin Gothe, kişiliği bilgilenme ve koşulların oluşturduğunu söyler. İnsan duyguları birçok kez bu etkilerin sonucunda şekillenir.
Eğitimin bütün bu etkilerini belirttikten sonra, gerçek ve kaliteli bir eğitimin nasıl olması, çocuğa ne kazandıracağı aksi takdirde onlardan neleri alıp götüreceğine bakacak olursak; eğitimdeki en büyük engelin korku olduğunu görürüz. Çocuk annesinden veya alışıp güvendiği ortamından ilk defa ciddi anlamda uzaklaşıp yepyeni bir dünyaya adım atmaktadır. Aynı güven bağını kurabileceği bir yetişkin arar, bu çoğu kez sınıf öğretmeni olur. Ona sevgi ve şefkat ile yaklaşan öğretmenini benimser ve sosyalleşmeye başlar. Aksi olan bir durumu düşünürsek, örneğin sıkça bağıran hatta arada fiziksel şiddet gösteren bir öğretmen ile herhangi bir duygusal bağ kurması mümkün olmayacaktır.Bunun sonucunda da okula gitmede isteksizlik veya motivasyon kaybı gibi problemler ortaya çıkacaktır. Herzberg’in motivasyon teorisine göre başarı takdir edilme, ilerleme ve yükselme imkanları motivasyon faktörleridir. Bu faktörler ile bireylerin çalışma isteği ve başarı arzusu artar. Bazı eğitimcilerin yarattığı bir diğer önemli konu da bir takım özel durumları olan çocukların üzerindeki psikolojik etkilerdir.Örneğin, öğrenme bozukluğu olan bir çocuğu ele alalım. Zaten, kendini başarısız gördüğü okulda birde durmadan bağıran bir öğretmeninin olması güvenini daha da çok kıracak, hiçbir şeyi tam olarak yapamayacağı düşüncesi ile ya tamamen derslerinden kopacak ya da sıkça gördüğümüz içine kapanık bir yapı sergileyecektir.

Eğitimin bir diğer yüzü de aile içi eğitim değil midir? Hepimiz doğumdan itibaren dış dünya ile yoğun bir ilişki içine girip onu anlamaya çalışırız. Bu büyük turda bize en büyük rehberliği anne ve babalarımız yapar. Mizacımız yani doğuştan gelen, gen gibi özelliklerimiz ile oluşurken, karakterimiz öğrenme ile şekillenir. Buradan da anlaşılacağı gibi başta ailemizden öğrendiklerimiz daha sonra da toplumun bize kattıkları ile birbirimizden farklılaşır ve kimseye benzemeyen kişiliğimizi oluşuruz. Bütün bu öğrenme sürecinde çocuğu sindirip, bastırmak hayata dair olan öğrenme tutkusunun sekteye uğrayacağından, kendisini geliştirmede eksik ve yetersiz kalacaktır.

Disiplinin, çocuk yetiştirmedeki en temel unsurlardan biri olduğu bugün herkes tarafından bilinmekte. Fakat bunu yaparken anne ve babaların dikkatli olması gereken nokta, onları baskı ve yoğun bir kontrolün altına alacak, özbenliklerini veya kendilerine olan saygılarını zedeleyecek hareketler yapmamaktır. Onlara belirli kuralları baskı, bağırma,hakaret veya fiziksel şiddet olmadan da bir sistem içinde verebiliriz. Eğer anne ve babalar kendine yetebilen, sorumluluk sahibi ve özgür düşünebilen bireyler yetiştirmek istiyorlarsa korkutma ve sindirme yerine motive edici hareketler, çocuklarının pozitif taraflarını destekleyen tutumlar sergilemelidirler. Bütün bunlara bakarak disipilini çok dikkatli kullanılması gereken bir araç olarak görmek gerekir. Çünkü verdiğiniz eğitim ve güven onun hayatının ileri safhalarında karşılaşacağı güçlükleri aşmada çok önemli bir rol oynayacaktır.

Onu eğitirken, vereceğiniz tepkilerin yaptığı yanlış veya uygunsuz davranışı için olduğunu aslında onu sevdiğinizi alt mesaj olarak belirtmede yarar vardır. Bu onları yaptıkları yanlışa odaklayıp, iç sorgulamalarını unutturacaktır.

Çocukları eğitirken, çok yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri fiziksel şiddettir. Etkilerinin fizikselden çok psikolojik olduğu, hatta bazı durumlarda ileri yaşlarda ortaya çıkan bir takım psikolojik kökenli rahatsızlıklara yol açtığı artık ispatlanmış bir gerçektir. Bunun yanı sıra aile içi eğitimde bir de sözle göz korkutmalar yaşanır. Örneğin; anne/babanın bu davranışı tekrarlarsa onu sevmeyeceklerini söylemesi, terk etme tehdidinde bulunması, gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler hakkında göz korkutması (Şimdi oraya gelip bacaklarını kırarım, polisler-çingeneler gelip alsın seni...), veya onu utandıracak veya küçük düşürecek cezaların verilmesi çocukta büyük reaksiyonlara sebep olabilir.

Bütün bunların sonucunda ileri yaşlarda kendine güveni olmayan, yaptığı şeyler için kendini sorgulayan, en kolay şeyler için bile çevredekilerden yardım isteyen,ürkek, huzursuz, hep yanlışı tekrarlayan doğruya hiç ulaşamadığını düşünen bireyler olacaklardır. Seligman’ın Öğrenilmiş Çaresizlik teorisine göre, kötü yaşam deneyimleri yaşayan insanlar artık çaresizliklerini öğrendikleri için, depresyon geçirirler. Ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir şeyi kontrol edemediklerini düşünüp, hayatlarında kötü giden her şeyi içselleştirirler. Yaşam deneyimlerimiz de çocukluktan başladığına göre yeni yetişen neslin yaşamlarını kendi kontrolleri altına almalarını anne ve babalar sağlayacaktır.


Kısaca özetlemek gerekirse, artık değişen aile yapıları ve eğitim modelleri ile eğitimde göz korkutmanın yerini anlayış ve toleransın alması gerektiğini vurgulanmaktadır. Bunların, genç ve çocuk nüfusun oldukça fazla olduğu toplumumuza da yansımaları eminim ki çok geç olmayacaktır...

Merve SOYSAL
Başarılı İnsanların Sırları

Bazı insanlar kendilerinin ve başkalarının hayatlarında önemli ve olumlu gelişimler sağlarlar ve başarılı olarak kabul edilirler. Başarılı insanlar üzerinde yapılan araştırmalar, onların birçok ortak noktasının olduğunu ortaya koyuyor.



Öncelikle başarılı insanların yüksek bir özgüvene sahip olduğu belirlenmiş. Bir başka ifade ile başarılı insanlar kendilerine değer verir ve güvenirler. Bu özgüven onların yaratıcılık için gerekli olan heyecan ve cesarete sahip olmalarını sağlar. Dolayısıyla, özgüveni olan insanlar kendilerine ulaşılması güç hedefler koymaktan çekinmezler. Ardından da bu yüksek hedefe odaklanarak onu gerçekleştirme yönünde en büyük adımı atmış olurlar.



Başarılı insanların hayatta belirlenmiş kişisel hedefleri ve değerleri vardır. Hangi misyona hizmet ettiklerini iyi bilirler ve başarılı olduklarında dünyanın nasıl değişeceği konusunda bir vizyona sahiptirler. Kişisel hedefleri konusunda gerçekçi ve net beklentileri vardır. Bu hedeflere ulaşmak için stratejiler geliştirir ve bu stratejileri uygularlar. Bu stratejiler bireysel yetkinlikleri ve ilişkileri geliştirecek hedefleri ve zaman planlamasını kapsar.


Başarılı insanlar aynı zamanda kendi davranışları ve gelecekleri için sorumluluk üstlenirler. Sorumluluk üstlenen insan insiyatif alır, risk alır ve geleceği şekillendirecek adımları belirler ve atar. Bu yaklaşım onlara daha hızlı öğrenme fırsatı sağlar.



Bu insanlar geleceği gözlerinin önünde canlandırmak için özel çaba gösterirler. Hayal etmek, gerçekleştirmenin ilk adımıdır. Hayalleri gerçeğe dönüştürürken izlenen bir başka yol da bu hayalleri başkalarıyla paylaşmaktır. Sözlü ve/veya yazılı olarak hayallerini tekrarlayan insanlar, hem bu hayalleri daha netleştirmiş olurlar, hem de kendilerin toplum önünde hayalleri ile özdeşleştirerek kişisel sorumluluklarını pekiştirirler.



Başarılı insanlar yenilgileri kabullenip, onları aşma konusunda kararlılık gösterirler. Gerçeklerle yüzleşmeyi, başkalarının deneyimlerinden faydalanarak hataları önleyebilmeyi bilirler. Odaklandıkları hedef doğrultusunda ilerlemeyi gözleyip, davranışlarını değiştirmekten kaçınmazlar.



Başarılı insanlar kendileriyle barışıktırlar. Dolayısıyla, yaşamlarında yüksek düzeyde stres yoktur. Ruhsal ve bedensel olarak formda ve zindedirler. Bu, onların hedeflerine odaklanabilmelerini sağlar. Onlar, uzun vadeli hedeflere odaklanır, kısa vadeli kazançlar için uzun vadeli hedeflerinden vazgeçmezler. Zamanlarını etkili kullanırlar. Hedeflerini gerçekleştirmek için gerekli az sayıda ancak önemli adımlara odaklanırlar. Hedefleri doğrultusunda fedakarlık yapmaktan çekinmezler. Disiplin başarılı insanların ortak özelliklerindendir.



Başarılı insanlar sadece zihinsel zekalarıyla değil, aynı zamanda duygusal zekalarıyla da farklılık yaratırlar. İnsan ilişkilerine önem verirler. Olaylara karşıdakinin gözüyle bakabilirler. İnsanlara değer verir, onlarla karşılıklı kazan-kazan türünde ilişkiler kurmaya özen gösterirler. Beraber çalıştıkları insanlara heyecan verir, onlara yetki kullanacak geniş alan bırakırlar.



Başarılı insanların en önemli özelliklerinden biri de kendilerini sürekli olarak geliştirme çabasında olmalarıdır. Her zaman yeni bilgilere açıktırlar. Her hatayı bir öğrenme fırsatı olarak görürler. Başkalarının deneyimlerine yakın ilgi gösterir, onlardan öğrenmeye çalışırlar.



Bu özellikler öğrenilebilir özelliklerdir. Dolayısıyla, gençlerimizi eğitirken bu özellikleri kazandırmaya da özen göstermeliyiz. Unutmamalıyız ki, “Ağaç yaşken eğilir.”

Dr. Yılmaz Argüden
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:14 pm

BENCİLLİK Mİ YOKSA OTORİTEYE BİR İSYAN MI ?


Ülkemizde yaygın olarak görülen davranışlardan birisi de bazı değer yargılarından ve kurallardan günlük yaşamda kolayca vazgeçilebilmesidir. Bir çok örnek söylenebilecek olmasına karşın her gün trafikde yaşananlar en sık görülen ve en tipik örnekler olarak sayılabilir. Diğer yandan bu kişiler (aslında bu belki de hepimiz) ile konuşulduğunda ise çoğunun kurallara uyulmadığından yakındığı görülür.

İnsanların bir yandan yakındıklarını bir yandan da kendisine gelince hemen hiçbir rahatsızlık duymadan yapması ilk bakışta anlaşılması güç bir durum gibi görünmektedir. Bunları anlamaya çalışmada davranışın hangi bağlamda ortaya çıktığı ve kişinin o anda yaşadığı duygular anahtar rol oynayacak ögelerdir. Kişinin özümsediği bir kurala ya da değer yargısına hemen her konumda, her koşulda, her bağlamda uyması ve bunları çiğnemesi durumunda da utanç ya da suçluluk duygusu yaşaması beklenir.Yaşanan utanç ya da suçluluk duygusu ne kadar şiddetliyse kişinin gelecekte aynı davranışı yeniden göstermesi pek mümkün olmaz.

Toplumumuza bakıldığında ise sanki ortada “başkasının koyduğu ve kendisinin uyduğu” kurallar varmış gibi davranıldığı görülmektedir. Kurala uyulması için çoğu zaman kuralı uygulamak isteyen (belki de kuralı koyan olarak algılanan) otoritenin görünürde olması gerekmektedir. Diğer yandan kuralı çiğneyenin yaşadığı duyguya bakıldığında da kişinin daha çok başarı duygusu yaşadığı gözlenmektedir. Buradaki başarı duygusu bir rekabette kazanmanın verdiği hazza benzemektedir. Başkalarının hakkına saygı gösterme ve başkası ile eşduyum yapma kapasitesi felç olmuş gibidir. Böyle bir davranış biçiminin ortaya çıkıyor olmasının elbette bir çok nedeni olması gerekir. En kolay söylenebilecek olası nedenlerden birisi çocukların büyüklerinden bunu görüyor olmalarıdır. “Ne ekersen onu biçersin”in diğer yüzü “ne görürsen onu yaparsın”dır. Ekilen/görülen ya da biçilen/yapılan şudur: bazı kurallar vardır, ama bunlar her zaman esnetilebilir; kimi zaman da hiç uygulanmaz, hatta bazı özel durumlarda tersi bile yapılabilir. Sigara içme diyen ana-babanın kendisi içer. Beş dakika önce dedikodu konusunda nasihatlarda bulunan anne, eve gelen komşusuyla dedikodu anlatma yarışına girer. Kişinin yaptığına kendince bir gerekçe bulması bir başka nedendir. Kendince mantıklı bir neden bulunduğunda kolayca esnetilir kurallar ve değerler. Örneğin kural anlamsız / yersiz bulunur. “Buraya bu trafik ışığının konulmasının hiçbir anlamı yok” diye düşünen bir sürücü, kırmızı ışığa uymayacaktır elbette. Kuralları çiğnerken kendi mantığına göre kuralı çiğnemesine olanak tanıyan bahaneler ruhsal yapıdaki omnipotense ve narsisizme işaret etmektedir kanımca. "Bana bir şey olmaz", "benim gördüğüm en doğrusudur", “benim bildiğim en iyisidir” anlayışı bu görüşü desteklemektedir.

Toplumumuzda büyüklerin/otoritenin rolünün giderek değişmekte olması da bu davranışı etkileyen başka bir etmen olsa gerek. Aile içinde otorite konumundaki kişilerin (büyükbaba, baba vs) aile içindeki erkinin giderek zayıfladığı görülmektedir. İşyerlerinde de kıdemli ya da yaşça büyük olma giderek üst olmak için yeterli olmaktan çıkmaktadır. Değişen ekonomik ilişkiler giderek bireyselleşmeye yol açan koşullardır. Bugün için ülkemize bakıldığında ise görülen başkasına ve onun haklarına saygılı bir bireyselleşme değil, "ne olursa olsun haz alma" ilkesine bağlı bencilleşme gibi görünmektedir. Kurallara ya da değerlere uyanların kayıpları olması da insanların kural tanımamasını arttıran bir etmendir. Bir ceza görüyor olması bir yana, yapanın yaptığının yanına kar kalması kurallara uymamayı pekiştirmektedir. Bir davranışın anlaşılmasında ona eşlik eden duygu da önem taşımaktadır. Ülkemizde görüldüğü kadarıyla kurala uyulmadığında yaşanan duygu elde edilen bir başarıyı anımsatan haz duygusudur. Bu başkasının/otoritenin koyduğu kuralı çiğneyebilmenin yarattığı bir duygu mudur, kendi bildiğini okuyabilmenin yarattığı narsisistik büyüklenmecilik midir; yoksa ikisinin birlikte işlediği bir süreç midir yanıt bekleyen sorulardır. Başka bir deyişle bu “otoriteye bir isyan mıdır” yoksa “başkasını hiç dikkate almayan bir bencillik midir”.

Sonuç olarak görünen o ki esnek olmaya izin veren zihinsel yapıya sahibiz. Kurallara uyulmadığı zaman suçluluk ya da utanma duygusu yaşanmadığına göre, kurala uymamanın davranışımıza yön veren zihinsel yapılara uymayan bir yönü yok gibi görünmektedir. Diğer yandan bu iki duygunun toplumumuzda başka zamanlarda fazlasıyla yaşandığı da düşünüldüğünde konu daha da karmaşıklaşmaktadır. Ancak ruhsal süreçlerle ilgili bütün denklemlerin birden çok formülü olduğu unutulmamalıdır.

Erol Özmen
Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi
Psikiyatri AD Öğretim Üyesi

SAVAŞ PSİKOLOJİSİ

Savaşta toplumun fiziki, sosyal iyilik hali ile birlikte ruhsal iyilik hali de bozulur. İnsanlar psikolojik ihtiyaçlarını yerine getirememeye başlarlar.
Fizyolojik ihtiyaçlar; yeme, içme, cinsellik ve barınmadır. Sosyo-kültürel ihtiyaçlar; topluluk içinde yaşama, paylaşma, yardım alma, verme gibi gereksinimlerdir. Psikolojik ihtiyaçlar ise güvende olma, sevgi-şefkat görme, grup içerisinde pozisyonda olma, saygı görme, değer verilme gibi duygusal desteklerdir.

Ruhsal beslenmenin bozulması:
Koruyucu ruh sağlığı ilkelerini özetlersek:
Birinci derecede koruma:
Ruh sağlığı dengesini bozan stresler, travmatik durumların meydana gelmesini önlemektir. Sosyal hekimlik bunda önem kazanır. İnsanın kendini güvende hissedeceği, duygusal açlığını gidereceği zeminin oluşmasıdır.
İkinci derecede koruma:
Bir toplumda belirli bir hastalığın yaygınlığını azaltmak için erken tanı önemlidir. Ciddi belirtiler ortaya çıkmadan yapılan erken tedaviler hastalığın en ucuz ve kolay tedavisini oluşturur.
Üçüncü derecede koruma:
Ruhsal hastalıktan sonra sekel kalan kusurlu fonksiyonları azaltma ile ilgili rehabilitasyon çalışmalarıdır.
Savaş gibi insanın koruma içgüdüsünü harekete geçiren, güven duygusunu zayıflatan bir yaşantı ruhsal yapıyı çok zedeler. Kırılgan ruhsal özelikleri taşıyan kişiler savaş travmasından en çok etkilenen kişilerdir. Kırılgan kişilerin başında çocuklar, yaşlılar, hastalar, daha önce ruhsal rahatsızlık geçirmiş kişiler ve psikomatik hastalık geçirmiş kişiler gelir.

Psikomatik hastalılar artar mı?
Savaş durumunda sadece depresyon değil sinir sisteminin çalışmasının bozulması sonucu kalp, mide, barsak, cild, hormon, kemik iliği etkilenir. Böylece astım, alerji, romatizma, kan hastalıkları, mide-barsak hastalıkları, kalp, kroner ve ritim bozuklukları, hipertansiyon felçler, hormonal hastalıklarda ciddi artışlar ortaya çıkar. Vücudumuzu yöneten beyindir. Beyinde stres hormonlarının fazla salgılanması bütün organ işlevlerini olumsuz etkiler.

SAVAŞ BASKILARI
Modern savaşlarda psikolojik yaralanmalar karın yarası ve napalm yanığından daha fazla bakım, destek ve zaman alır. Bunun için savaşlarda tabur seviyesine kadar Psikiyatrist verilir. II. Dünya savaşında beş yaralanma ve harp zayiatından biri savaş stresine bağlı ortaya çıkmış ve savaşma gücünü zayıflatmıştır.

Savaşa sağlıklı tepki
Savaş şartlarının ağırlığı içerisinde olan her kişi zaman uzadıkça korku hisseder. Daha önce hayatta kalmak ve ölmek gibi sorunu olmayan kişi kendisini yok etmeye çalışan düşmanın hedefi olmuştur. Özellikle yüksek teknolojik, kimyasal, elektronik ve biyolojik savaşın etki gücü düşünüldüğünde savaş alanından çok uzak kişilerin kendi yaşamlarını tehlikede hissetmeleri söz konusudur.
Savaş ortamında bulunan kişinin özgürlüğü kısıtlanmıştır. İstediği zaman yerini değiştiremez, terk edemez, mazeret beyan edemez, işi yapamayacağını söyleyemez. Yarınla ilgili hiçbir güvencesi yoktur. Artık kesin olan tek şey tehlike içerisinde olduğudur. Bir taraftan doğal iç dürtü olan yaşama arzusu gibi birincil isteği diğer taraftan ölüm tehlikesinin yaklaşmış olması. Bu iki durumun ilk ve sağlıklı tepkisi korkudur.
Fiziki baskılar
Kişinin beslenmesi, uykusunun ve hijyeninin bozulmasıdır. 24 saat bir şey yememek, 2-3 gün uykusuz kalmak savaşta olağandır. Savaş alanındaki kişinin yaşadığı yer pis, ıslak, soğuk veya güneş altında olabilir. Hijyeni bozulmuş, yıkanamayan, zaruri ihtiyaçlarını zorlukla gideren insanın direncinin uzun sürmesi zordur. Sürekli silah sesleri, ölüm, yorgunluk, uykusuzluk kişinin dayanma gücünü zorlar.
Savaş alanı dışındaki kişilerde savaşın temel ihtiyaçlarını bozduğunu hissettikleri an paniğe kapılmaları beklenir.
Psikolojik baskılar
Psikolojik baskılar, açlık, aşırı soğuk-sıcak kadar kişileri etkiler. Savaştaki psikolojik baskının özünde ölüm korkusunun artması yatar. Ölüm korkusu bir iç çatışmanın doğmasına neden olur. Gelecek kaygısı, işinin bozulacağını hissetmesi, yakınlarının öleceğini sezmesi yoğun düşünce halinde kişiyi meşgul eder. Savaş alanındaki kişi ölümün kokusunu duymaya başlamıştır. Bir taraftan yaşama arzusu, diğer taraftan savaşma zorunluluğu onun iç çatışmasını arttırır. İşte bunda savaşma için ideolojisi olan yurdu ve milleti ile kendini bir bütünün parçası gibi gören asker kolayca savaşa direnir. Şehitlik duygusu, gazilik rütbesi gibi soyut desteklerle ölüm korkusunu yener. Böyle psikolojik desteği olmayan asker uzun süren savaşlarda dayanma gücü gösteremez. Yurtseverlik duygusu bunun için savaşta çok önemlidir.
E. Orgeneral Kemal Yamak’ın Kıbrıs’ta yaptığı ilginç bir tespit vardır. “Bizim askerimiz, bayrak dalgalanır, ezan sesi duyar ve komutanını başında görürse kolay savaşır.” diyordu.
Savaşan askerin kararsızlığı ve ümitsizliğinin yenilmesi savaş başarısı için çok önemlidir.
Grup özdeşimi, inanç gücü, komutanına güvenme şeklinde özetleyebileceğimiz özelliklerin varlığı savaşan askerin korkusunu kontrol altına alınması için yeterli olacaktır.
Savaş alanı dışındaki kişilerde birlik içinde olma, savaş ideolojisi taşıma ve ordusuna güvenme özellikleri varsa savaşın psikolojik baskılara dayanma gücü artar.
Diğer bir psikolojik baskı duygusu ümitsizliktir. Savaşla ilgili söylenti ve rivayetler bu duyguyu etkilemek içindir. Psikolojik savaştaki gri propaganda yöntemi söylentilerle insanların savaşma arzusunu kırıp ümitsizliğe itmeyi amaçlar.

BASKIYA KARŞI TEPKİLER KAYGININ YÜKSELMESİ:
Korkuda objektif bir tehlike vardır. Korkunun objesi bellidir. Kaygı (Anksiyete) da obje belirsizdir. Sebebi bilinmeyen bir korku, serbest dalgalanan, belirsiz, endişe gerilim halidir.
Fiziki belirtileri; ellerde titreme, terleme, sık idrara çıkma, çarpıntı, iştahın kaybolması, bağırsakların bozulması, kaslarda kasılma, sık nefes alma, vücutta ısı değişiklikleri gibi belirtiler oluşur.
Psikolojik belirtiler olarak zayıf, kırılgan kişilik özelliğinde olanlar kolayca depresyon, savaş şoku, muharebe yorgunluğu, post-travmatik stres bozukluğu gibi bulgularla savaşamaz hale gelir. Grup desteği, birlik ruhu, savaşma arzusu yeterli ise korkularını yener ve savaşma gücünü arttırır.
Yeterli ruhsal destek, soyut değerlere inanç yoksa ufak baskıları tolere edemez. Özellikle kuvvetli ve uzun süreli baskılara dayanmak çok zorlaşır. Savaşta psikolojik yıkılmaların iki etkeni vardır. Birincisi baskıların şiddeti, ikincisi kişinin direncidir.
Kişinin stres belirtileri sıkıntılı, kızgın, huysuz, sinirli, ufak olaylardan kavga çıkarma, ağlama gibi belirtilerdir. Grubun stres belirtileri ise tartışmaların artması, hastalıkların, viziteye çıkışın artışı, çalışma ahenginin bozulması, kurallara önem vermemek, üretkenliğin düşüşü, eleştiriye duyarlılık, otoriteye itaatsizliktir.
Savaş alanında olsun çalışma hayatında olsun grup stratejisinin uzun sürmesi verimliliği, üretkenliği düşürür. Bunun için ideal olan savaş psikolojisinden kısa sürede çıkılmasıdır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:14 pm

SAVAŞMA ARZUSU
savaşın amacı düşmanı savaşamaz hale getirmektir. En kısa ve tehlikesiz yol savaşma arzusunu kaybettirmektir. İkinci yol düşmanı top yekun yok etmek, üçüncü yol sadece silahlarını ve ikmal gücünü yok etmektir.
Çinli savaş filozofu Sun-Tzu “Savaşmadan kazanmak en iyisidir” diyor. Bugün modern askeri düşüncede savaşma arzusunu kaybettirmek için psikolojik savaş yöntemleri uygulanıyor. Bozguncu propaganda ile savaşmama isteği doğurmak disiplin ve itaati bozmak, komutana saygı ve güveni azaltmak, korku duygusu ve ümitsizliği teşvik etmek desteklenir.
Eğer bireylerde kişisel çıkarları toplumun ortak çıkarlarına feda etme, kişisel kaygılardan vazgeçme, milletin sevinç ve üzüntüsü ile üzülüp sevilebilme, bir bütünün parçası olduğu şeklindeki grup duygusunu taşıyabilme özellikleri varsa savaşma arzusu kolay zarar görmez.
Amaçlı ve savaş arzusu olan ordu gerekli ruhsal desteğe sahip demektir ve kolay durdurulamaz. Modern asker hayatta kalmasında birlik ruhunun önemini bilir. Bu güven onun direncini arttırır. Fakat modern askerin bir zaafı vardır. Teknolojiye güvenir ama psikolojik direnci düşüktür. Yıkanamadığı, uykusuz kaldığı, kolasını içemediği zaman kendini kötü hisseder. Bu durum uzun sürerse savaşma arzusu azalır. Küreselleşmenin nimetlerinden faydalanan, belli konfora alışmış askerin uzun süre savaşma arzusunu devam ettirmesi çok zordur.

PSİKOLOJİK YARALANMALAR
Psikolojik savaş insanların duygu, düşünce ve davranışlarını değiştirmeyi hedefliyor. Bazen bu değiştirme insanı etki altına alıp yönlendirmenin ötesinde, onun ruh sağlığını bozucu etki yapar.
Stres etkeni
Aynı olay, A kişide hiç etki yapmazken, B kişide hastalık yapabilir. Psikiyatri, bozulan ruhsal durumu tanımlayan ve çözüm üretmeyi amaçlayan bir bilim dalıdır. Psikoloji bilgi psikiyatri ise çözüm üretir.
Genetik yatkınlıkların stres etkeni karşısında büyük rol oynadığını, son 10 yılda yapılan araştırmalar doğruladı. Stres karşısında, depresyona girebilen veya şizofrenik dağılma gösterebilen insanların beyinlerinde stres altında protein üreten hatalı genler olduğuna dair güçlü kanıtlar var. Fakat son yıllarda bulunan yeni ilaçlarla stresin ürettiği ve bozduğu kimyasal denge düzeltilebiliyor.
Depresyon
Dünyada depresyon salgını denilebilecek bir artış söz konusudur. Eğer önlem alınmazsa 2020 yılında depresyon, kalp-damar hastalıklarında en önemli ikinci sağlık sorunu olacaktır. Depresyon artış hızının nedenleri olarak, modern insanın yaşadığı psikolojik taciz, başarı baskısı, tüketim çılgınlığı, doyumsuz sermayenin rekabetçiliği ve hızlı yaşamı teşvik etmesi, beklenti düzeyinin yüksek tutulması sayılabilir. Bireysel mutluluk bozulduğunda küresel mutluluk da bozulacaktır.
Depresyon kişinin yaşamdan zevk almaması, ilgi ve enerjisini kaybetmesi, uyku ve iştahının bozulması, zihninin yavaşlaması gibi belirtilerle seyreder. Çok şükür ki, tedavisinde tıp çok başarılı. Beyinde bozulan kimyasal denge tedavi ile düzeltilebiliyor.
Kedisi öldüğü için depresyona girebilen insan, olumlu yaşam felsefesi ile hayattan zevk almayı başarabiliyor.
Kronik, uzun süre depresyon hastalığının mide, kalp, akciğer, kemik iliği gibi bir çok organı bozduğu bugün bilimsel olarak belirlendi ve gösterildi.
Psikolojik olarak acı çektirdiğimiz insanın bedenine de, bir bedel ödettiğimizi unutmamalıyız. Fareler üzerinde yapılan bir deneyde, uykusuz bırakılarak strese sokulan farelerin bir süre sonra midelerinde stres ülseri oluştuğu bilinmektedir.
Posttravmatik stres bozukluğu (PTSB)
Kişi, fizik bütünlüğünü bozacak bir tehdit yaşadığında veya böyle bir olaya tanık olduğunda ortaya çıkan bir hastalık türüdür.
Aşırı korku, çaresizlik ve dehşet yaşanmıştır
Olayı tekrar tekrar yaşar (Flashback). Rüyalar, kabuslu ve korkutucu olur. Olayı hatırlatan durumlarda şiddetli sıkıntı hissi ortaya çıkar. İnsanlardan uzaklaşma ve yabancılaşma yaşanır. Geleceği kalmadığını düşünür. Gürültülü sese aşırı duyarlılık vardır. Düşüncesini toplayamaz.
Bu belirtiler, stresin beyinde yaptığı değişikliklerle ilgilidir.
İnsanda korku, çaresizlik ve dehşet uyandırmayı amaçlayan psikolojik savaş yöntemlerinin, ne kadar insanlık dışı olduğu ortaya çıkardığı sonuçlardan anlaşılmaktadır.
Savaş şoku
Savaşlarda başın yaralanması, napalm yanığında daha fazla savaşma gücünü zayıflatan bir ruhsal yaralanmadır. Kişiyi savaşamaz hale getiren bütün psikolojik tepkilere savaş şoku denir.
Sivil yaşamda, hayatta kalmak ve ölmek gibi bir sorunu olmayan insanın vazifesi birden insan öldürmek olmuştur. Ayrıca yaşamı kısıtlanmıştır. Siperi terk edemez, mazeret beyan edemez. Fiziki olarak iyi hazırlıklı olsa da, gelecek tehlikeleri beklemek zorundadır. Böyle durumlarda ilk tepki, korkudur. Eğer kişide savaş ideolojisi varsa, sadakat duygusu gelişmişse ve ölümü kutsallaştırmışsa korku ona zarar vermez. Amaçsız, keyif odaklı yetişmiş, ölümden sonra yok olacağını düşünen bir asker kendisini riske atmamak için bütün yolları dener. Strese dayanıklılığı azalır, kolayca savaş dışı kalabilir.
Grup duygusu gelişmiş, komutanına güvenen, eğitim ve disiplin düzeyi yüksek bir askerin savaş şoku yaşama riski azdır. Ne yaptığını bilen komutan, emrindekilerin ruhsal direncini yüksek tutmayı başarır. Psikolojik savaş yöntemlerini bilen komutan, savaşın psikolojik baskılarını giderecek bir yol geliştirebilir.

Prof.Dr.Nevzat Tarhan
Çocuklara Cep Telefonu Ve Bilgisayar Niye Alinmamalı?

Bu soru birçok anne-babayı oldukça fazla ilgilendiren önemli bir soru. Soruya cevap verilecek olsa anne-babaların hemen hepsinin kendine göre değişik nedenleri de olacaktır. Konuya sosyolojik ya da felsefi olarak bakmadan önce tamamen somut ve anlaşılır bir şekilde gelin temel başlıklarıyla konuya açıklık getirmeye çalışalım:

1. Cep Telefonu ve Bilgisayar Nedir? Sorusuna verilecek tanımlama ile başlayalım.

Cep Telefonu; Gelişen, hızlanan ve karmaşıklaşan hayat temposuna aynı hızda uyum sağlamak için gerektiğinde ve zamanında hareket halindeyken bile ulaşmak-iletişim sağlamak ihtiyacını gideren önemli bir teknolojik alettir. Tüketim, sağlık, zamanı etkili kullanmak… gibi birçok hassasiyete dikkati birlikte getirir.

Bilgisayar; Geometrik ve hatta sayısal verinin ifade edemeyeceği biçimde hızla artan bilgiyi depolamayı, bilgi ile işlemleri hızla yapıp zaman tasarrufu sağlamayı, internetle birlikte tüm evrenle çok hızlı iletişim kurarak gelişmeyi sağlayan, devasa kütüphaneleri mikro bir çipe yerleştirmeyi başaran teknoloji harikası bir araçtır. Doğru ve etkili kullanım, sağlık, zaman, internetin yararlı sunumu… gibi birçok hassasiyeti birlikte gerektirir.

2. Cep Telefonu ve Bilgisayar Ne Değildir?

Şimdi de özellikle bu iki teknoloji harikasının zararlı etkileri ve kullanımından bahsetmek lazımdır. Cep telefonu fotoğraf makinesi değildir, müzik seti değildir, atari değildir, arkadaş değildir, hele vücudumuzun bir parçası hiç değildir.

Bilgisayar; evimiz değildir, sırdaşımız değildir, film seti değildir. Oyun aracı değildir, tek ödevimiz değildir, sınavlara hazırlamaz, ailemiz değildir, edinemediğimiz bilgi ve ya gideremediğimiz her türlü merakımız için tek araç değildir. Ayrıca bunlara sahip olmak Çocuk Hakları ile ilgili bir gereklilikte değildir.

3. Çocuklara Ne Zaman Cep Telefonu ve Bilgisayar Alınabilir?

Bu sorunun cevabı yukarıda açıklanan iki maddenin ortak sonucudur. Her şeyden önce konuyu bilgisayarla tanışma süreci ile karıştırmamak gerekiyor. Bilgisayarı tanımak ile onu kullanıcı olarak hayatına sokmak çok ayrı birer süreçtir.

Çocuklarımızın sorumluluk almaya başladıklarını gördüğümüz, kendileriyle ilgili konularda karar sürecine katılabildiklerini fark ettiğimiz; tüketimin insana yararlılığı ve ihtiyaçları ile ilişkisini kurabildiğini anladığımız, değer yargılarını oluşturmaya başladığı ve kendini kontrol mekanizmasının gelişmeye başladığını fark ettiğimiz,…….. daha da önemlisi ona cep telefonu ve bilgisayarı aile olarak biz alabileceğimiz zaman (Yani borçlanarak bilgisayar ya da cep telefonunun alınmaması gerektiğini bilmeyen aileler de var mı ki? ) çocuklarımıza uygun düzeyde bu araçları alabiliriz. Bir de tüm bunlar gerçekleşti ama çocuklarımız bu iki cazibenin de etkisine takılmamışsa eğer, ihtiyaç değil ve onlar istemiyorken kendi başımıza almaya kalkışmak ta çok doğru bir tarz değildir.

Tüm izah edilenler ışığında genel olarak bazı aile ve çocuklar için lise dönemi uygun bir dönem olarak düşünülebileceği gibi bazen bu daha da geciktirilebilecek bir süreçtir.

Bazı anlayışların bu teknolojik araçların hayatı kolaylaştırmaktan başka ne zararı var ki, ne olacak dediğini duyar gibiyim… Bu doğru ve uygun olmayan tarzın en önemli etkisini; çocuklarıyla anlaşamamak, antisosyal gelişim, fiziksel görünümlerinde dengesiz gelişim, görevlerini ( öğrencilik, evlatlık,…) yapmamalarını şikayet, özgüven eksikliği,…vb. birçok problemle uzmanlara ve yardım merkezlerine ailelerimiz tarafından yapılan psikolojik yardım başvurularında sıkça yaşıyoruz…

Uzman Psikolojik Danışman Abdulkerim IŞIK
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:15 pm

Bilgisayar Oyunları Çocukları Nasıl Etkiler?

Yaşadığımız dönemde bilgisayar oyunları çocuklar için adeta vazgeçilmez bir eğlence konumuna geldi. Bilgisayarı olan ailelerin çoğu çocuklarını bilgisayarın başından kaldıramamaktan, olmayanlar ise çocuklarının eve bilgisayar alma yönündeki ısrarlarından şikayet ediyorlar. Ayrıca son dönemlerde şiddet içeren oyunların giderek artması, aileleri bu oyunların olumsuz etkileri üzerine de düşünmek zorunda bırakıyor.

Bilindiği gibi oyun oynamak çocuklar için bir lüks değil, ihtiyaçtır. Bununla beraber çocuğa doğru bir eğitim verilmesi açısından ailelerin oyuna ayrılacak süre ve oyunun içeriği konusunda dikkatli olması ve bilinçli hareket etmesi kuşkusuz önemlidir. Bu başlık altında hem bilgisayar oyunlarının çocuk üzerindeki etkilerini hem de ailelerin dikkat etmesi gereken noktaları ortaya koymaya çalışacağız.

Bilgisayar Oyunları Çocukları Nasıl Etkiler?

Bilgisayar oyunları deyince çoğunluğun aklına şiddet içeren oyunlar ve bunların olumsuz etkileri geldiği için bu konuyu şöyle bir araştırmadan yola çıkarak anlatalım. Bir grup çocuğa tek başlarına iken şiddet içeren görüntüler izletiliyor. Aynı görüntüler başka bir grup çocuğa ise yanlarında bir büyük varken gösteriliyor. Görüntüleri yalnız başına izleyen çocuklar her seferinde bu görüntülerden daha çok zevk almaya ve günlük hayattaki konuşmalarında orada duydukları kelimeleri kullanmaya, görüntüdeki kahramana benzer hareketler yapmaya başlıyorlar.
Bir yakınlarıyla birlikte görüntüyü izleyen çocuklar ise giderek şiddet içeren sahnelerden rahatsızlık duymaya başlıyorlar. Çünkü izleme esnasında yanlarındaki büyükleri, çocuklara izledikleri olayların kötü olduğunu anlatıyor. Dahası şiddete maruz kalan kişinin hissedecekleri hakkında düşünmelerini sağlayarak çocukların empati yeteneğini geliştirmeye çalışıyor.

Yalnız başına izleyen çocuklar bu görüntüleri oyun olarak görüp ondan zevk alıyorlar, diğerleri ise gördükleri olayların gerçekte nasıl anlamlandırılması gerektiğini öğrendikleri için aynı görüntülerden rahatsızlık duyuyorlar.

Televizyon gibi bilgisayar oyunlarının da küçük çocuklar üzerindeki etkisi daha fazladır. Çocuğun gerçeklik duygusunun yedi yaşında geliştiğini hatırlarsak yedi yaşından küçük bir çocuğun gerçekle hayal arasındaki sınırı çizemediğini görürüz. Gördüklerini anlamlandıramayan çocuk anne babasının tepkisine bakar. Eğer anne baba panik yapıyorsa, ciddiye alıyorsa çocuk bunun ciddi bir şey olduğunu düşünür. Beyninde korkuyla ilgili alanlar harekete geçer ve aşırı stres kimyasalları salgılamaya başlar. Anne baba soğukkanlı ise daha az etkilenir. O nedenle çocukların, özellikle küçük çocukların, gerek televizyon izlerken gerekse bilgisayarda oynarken mümkün olduğunca yalnız bırakılmaması gerekir.


Son yıllarda iyice yayılan bir akım, kitle iletişim araçları vasıtasıyla popüler kimliklerin oluşturulması ve bu kimliklerin bilgisayar oyunlarıyla desteklenmesi yoluyla çocuklara benimsetilmeye çalışılmasıdır. Çocukların popüler kimliklerle özdeşim kurması sağlanarak o kimliklerin üzerinden tüketim arttırılmaya çalışılmaktadır. Buna karşı çocukları küçük yaştan itibaren bilinçlendirmek gerekir. Aileler çocuklara bu kimliklerin kasıtlı olarak ortaya çıkarıldığını anlattıkları takdirde çocuk eleştirel düşünme becerisi kazanır. Eleştirel düşünebilen bir çocuk da her gördüğüne, duyduğuna inanmak yerine, görüp duyduklarını bir süzgeçten geçirdikten sonra kabul ya da reddeder. Gördüğü her şeyi olduğu gibi beynine yazan bir çocuk şiddeti haklılaştıran görüntüleri zihnine kaydederse büyük olasılıkla hak arama, sorun çözme yöntemi olarak şiddeti seçecektir.Bilgisayarı ve televizyonu baştan sanık sandalyesine oturtmak yerine çocuğa bu aletleri doğru kullanmayı öğretmek gerekir. Yapılan araştırmalar bilgisayar oyunlarının çocukların zihinsel gelişimi üzerine olumlu etkilerinin de olduğunu gösteriyor. Doğru oyunlar aracılığıyla öğrenmeyle ilgili zihinsel süreçleri harekete geçirerek çocuğa stres altında soğukkanlı kalma becerisi, dikkatini uzun zaman sürdürme becerisi kazandırılabilir.Çocuğa doğal bir ihtiyacı olan oyun sayesinde birçok şey öğretilebilir. Mesela bizim klinikde kullandığımız bilgisayarlı eğitim modülleri dikkat dağınıklığı çeken, okuldaki başarısı düşük olan çocuklara kavrama, algılama, akıl yürütme, görsel beceri gibi yetenekler kazandırmakta oldukça faydalıdır. Özellikle hiperaktif çocukların acelecilik ve sabırsızlık gibi belirgin özelliklerini törpülemek, onlara katlanmayı, yılmamayı öğretmek için bu tür oyunlar kullanılmaktadır.

Bilgisayar Karşısında Çok Fazla Zaman Geçiren Çocuklar

Çocukların oyun oynamalarının onlar için doğal bir ihtiyaç olduğunu ve bilgisayar aracığıyla da çocuklara bazı şeylerin öğretilebileceğini ifade ettik. Ancak bir çocuğun bütün gününü bilgisayarda oyun oynayarak geçirmesinin de doğru olmadığı açıktır.Oyunda başarılı olmak, örneğin bir makineyi kontrol edebilmek, bir yarışı kazanabilmek çocukta üstünlük duygusu oluşturur. Bu durum çocuğun hoşuna gider ve çocuk kendisini mutlu hisseder. Bunun nedeni o esnada beyninin mutluluk kimyasalları salgılamasıdır. Fakat çocuk bunu sürekli yaptığı zaman sadece onunla mutlu olmayı öğrenir, başka mutlulukları tadamaz. Halbuki insan beyni başka sebeplerle, uğraşlarla da mutluluk hormonu salgılayabilir. Bilgisayar oyunları da, televizyon vb. de kontrollü kullanılmalı, insanın hayatında başka şeylere de zaman ayrılmalıdır.Çocuk başka şekillerde karşılayamadığı duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için bilgisayar oyunlarına sığınıyor olabilir. Fakat şöyle bir sorun vardır; çocuk oyun oynarken mutlu olur ama oyun bittiği zaman hayatın gerçekleriyle karşı karşıya kalır, mutsuz olur ve tekrar oyuna döner. Bir müddet sonra bütün gününü bilgisayar karşısında geçiren, gece geç yatan, sabahleyin kalkamayan, gözü bir şey görmeyen, okuldaki başarısı düşen bir çocuk ortaya çıkabilir. Böyle bir durumla karşılaşmamak için baştan önlem almak gerekir.

Aileler Ne Yapmalı?

Bir çocuğa “Bilgisayar oyunu oynama” demek hiçbir zaman gerçekçi olmaz. İnsanlarda yasaklanan şeylere karşı merak ve öğrenme içgüdüsü uyanır. Bu nedenle yasaklamak çözüm değildir. Yasaklamak yerine çocuğa bilgisayarı doğru kullanmayı öğretmek ve onu farklı alanlarla, hobilerle tanıştırmak gerekir. Öncelikle çocuğu anlamak lazımdır, anlamazsak çocuk için doğru olanı bulamayız. Uzun bir süre bilgisayar istedikten sonra buna kavuşan çocuğun ilk günlerde bunun keyfini çıkarmasına izin verilmelidir. Ondan sonra aile içi oturum yapılmalı ve çocuğa bilgisayar kullanma kültürü anlatılmalıdır.Çocuğa şöyle diyebiliriz: “Bilgisayarda oyun oynamanın yararları da zararları da var. Kimi oyunlarla zekanı, düşünsel kapasiteni geliştirebilirsin. Ancak her konuda olduğu gibi bilgisayarla da ilgili bazı kurallarımızın olması gerekir. Biliyoruz, senin eğlenmeye de dinlenmeye de ihtiyacın var ama bunun belli bir süresi olmalı.”Aileler bilgisayarla ilgili koydukları kurallara çocuklarının ne kadar uyduğunu takip etmelidirler. Çoğu anne bunu ilk birkaç gün takip edip sonra bırakabiliyor. Çocuklar annelerinin yufka yürekliliğinden yaralanıp bir müddet sonra rahatlıkla eskisi gibi davranabiliyorlar. Aileler uygulamayacakları kuralları koymamalı, koydukları kuralın da arkasında durmalıdırlar. Çocuk böylece bilgisayarla oynamanın, televizyon seyretmenin yöntemini öğrenmiş olur. Çocukta görev bilgisi, sorumluluk duygusu oluştuktan sonra gerisi kolay olacaktır. Sorumluluk bilincine eren çocuk gereğinden fazla oyun oynarsa zaten kendisini huzursuz hisseder.Ailelerin yaptığı hatalardan birisi de şudur: Çocuk tam kendisini bilgisayara kaptırmış oynarken “Hadi ders çalış” denilince çocuk derse düşman olur. Onun yerine “Vaktin doluyor, bak sana 10 dakika daha müsaade. 10 dakika sonra dersinin başına oturacaksın” denirse daha iyi olur. Öbür türlü çocukla anne zıtlaşır ve ilişkileri daha da bozulur. Bozulan ilişkiyi düzeltmekse oldukça zordur.Aile çocuğu bir türlü vurdulu kırdılı oyunlardan vazgeçiremiyorsa hiç olmazsa bunu onaylamadığını çocuğa ifade etmelidir. Uzmanlar çocukların günde en fazla iki saati bilgisayar başında geçirebileceğini söylüyorlar. Bu süre arttıkça zararlar da artıyor. Onun için anne babalar çocuklarına başka uğraşlar edindirme konusunda yardımcı olmalı, mümkün olduğu kadar onlarla birlikte olup hep birlikte zaman geçirecekleri hobiler geliştirmelidirler.Bilgisayar oyunlarının popüler kimlikler benimsetme ve şiddete eğilimi arttırma gibi olumsuz etkilerinin olabileceğini vurgulamıştık. Bunun için anne babalar çocuğun gerek bilgisayar gerekse televizyon aracılığıyla maruz kaldığı mesajları takip edip gerektiğinde uyarılarda bulunmalı, çocuğa eleştirel düşünme yeteneği kazandırmalıdırlar. Çocuğun doğru-yanlış, iyi-kötü kavramlarını doğru kurgulaması büyük ölçüde ailenin göstereceği dikkat ve özene bağlıdır.Anne baba çocuğu eğitemiyor, doğru yönlendiremiyorsa, sorunu bilgisayar oyunlarında değil kendilerinde aramalıdırlar. Doğru yöntemler kullanıldığı takdirde bilgisayar oyunları zaman yönetimi, mesajları doğru algılama, eleştirel düşünme, görsel becerinin artışı, zihinsel kapasiteyi yükseltme, stres altında soğukkanlı kalabilme becerisi gibi özelliklerin kazandırılmasına aracı olabilir. Bilgisayar oyunlarını zararlı deyip yasaklamak yerine doğru kullanmayı öğretmemiz gerekir.


İDER İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı Başkanı- Psikiyatrist
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:15 pm

MUTLU OLMAK POLYANNACILIK MI?



Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, “Bu ülkede yaşanmaz” ve nihayet “Batsın bu dünya” demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta “Şuna bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın” diyorlar içlerinden. Yıllardırseminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz ettiğimde en az bir kişi çıkıp “Hoca iyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?” der. Bu karamsarlığa prim veren bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar bakalım:

“İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?

Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi “iyimserlik eşittir polyannacılık” iddiasıdır ki bu doğru değildir. İkincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü olduğunu kim söyledi?

Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psiikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkıntıdan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini arttırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.

Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır:

Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek, sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır. İkinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir, yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez. İkinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye oranla daha kaliteli geçer.

Polyannacı tavır, Çin atasözünü hatırlatıyor. Şöyle demiş Çinli:




Allah'ım, bana değişebileceğim şeyleri

değiştirme gücü ver.

Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla.

İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.



Değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, yaşama sevincimizi kaybetmemek polyannacılıktır. Karamsarlığa oranla da herhalde daha gerçekçi bir tavırdır.


Üstün DÖKMEN

VURMAYIN


Şiddetin aile içi yansımaları özellikle feodal toplumların en derin yarası iken, en az değinilen ve medyada da ajitasyon unsuru olarak kullanılmasının dışında yer verilmeyen mesele çocuk istismarıdır.
Bu mevzunun derinliği birkaç yazının devamıyla ancak kavranabilir sanırım. Bu metinde daha çok fiziksel şiddet boyutundan söz edeceğim.

Yurtiçi ve yurt dışı istatistiklere göre şiddet uygulayan kişi ile eğitimi arasında doğrudan bir bağlantı mevcut değil. Olayın matematiği, şematiği, akademiği vs vs vs… yıllardır yazılıp çizilmektedir. Biz burada tekrar lama sıkıcılığına düşmeyelim.

Aile içi şiddeti yaşamının bir parçası haline gelmiş çocuklar, ilk çocukluk dönemi(0–8)henüz olayı tanımlayamıyor olmanın şaşkınlığı ile dışarıda gözle görünür bir tepki vermezler. Hatta öyle doğal, canlı ve neşeli davranabilirler ki siz serap’ın Ayşe’nin, murat’ın, her akşam tekme tokat darp aldığına, aşağılandığına inanamazsınız. Ne zaman ki bahar gelip de yazlıklar giyinir, o zaman neden bu çocuklar uzun kollu giyiyor, şort giymiyorlar diye belki düşünebilirsiniz. Sıradan doktor muayenelerinde fark edilen çürükler anne ve babası tarafından düşmüş! Çocuk işte diyerek kolayca geçiştiriliverir.

Kimi zaman evin erkeği (?) dir bu işkenceci… Ancak kendini ve insan hayatını böylesine aşağılayan annelerde azımsanmayacak orandadır.
Kocasından gördüğü şiddetin ve cinsel istismarın(eşlerine tecavüz eden beylerin trajedisi ayrı bir yazının konusu)acısını evlatlarından çıkartmakta pek de bir mani görmezler. Ve bu karanlığı aydınlatmaya yetecek örnekleri de olduğunu savunurlar.
Çok yoruluyorum. Hiç söz dinlemiyor. Bu çocuk bunu hak etti. Dayak cennetten çıkmadır. Anne baba değil mi? döverde severde…
Minicik bedenler, bu darplara hiç tepki veremezler belki sadece ağlayabilirler. Sonra da minik karnında ki yara, bacağında ki morluk ve kesik kendilerine sorulduğunda sakin sakin hiçbir duygu ifadesi belirtmeden anlatırlar.

Bu yazıyı okuyanların içinde minik bir sızıntı yayılabilir; ya kendi yaşadıklarından ya da kendi çocuklarına yaptıklarından…
Ancak sızıntı, sızlama, sızlanma ne yaraları iyileştiriyor ne de geleceğe ektiğimiz minik bedenlerin kalbinde ki sönmüş umutları geri getirebiliyor?

Feodal toplumlarda yaşanan trajedilerin en önemlisi yaşanan işkencenin yokmuş gibi yapılması, kol kırılır yen içinde kalır atasözümüze sadık kalınarak, dışarıya karşı cici gülümsemelerin takınılmasıdır.

El ne der? Eller duymasın! Rezil oluruz ele âleme, vs…
Yıllar önce Ankara da yaşadığımız büyük bir site vardı. Orta halli işçi ve memur ailelerinin yaşadığı bu uzun apartmanlarda her evden değişik sesler gelirdi. Henüz dokuz yaşlarında saçları örgülü bir ilkokul öğrencisi iken alt katımızda s…adlı arkadaşımın evinden yükselen sesler çocuk belleğime kazınmıştı…

Sabahları muhtemelen hiç uyuyamadan, belki yorgunluk ve acıdan birkaç saat sızdıktan sonra hiçbir şey yok gibi o kara önlükleri giyer, dantel yakarlımızı takar ve okul yoluna düşerdik.
Konuşmazdı. Konuşamazdı. Ne desin di? Kime ne desin? Nasıl anlatsın? Kim çare olabilir di?

Yıllarca sürdü bu. Sürebildi. Çocuktum o zamanlar. Ben ne deseydim? Bütün komşular bilirdi o evde ne cehennemlerin yaşandığını…

Onların geldiği ortamlarda ağır bir sessizlik olurdu. Annesi kadınların toplantılarına katılamazdı çürüklerinden utancından. Kimse de bir şey yapmazdı. Herkes seyretti olup biteni.
Sessizlik, uğursuz bir sessizlik…

Taşındık sonra ve tekrar karşılaştığımızda,gözlerinde öfke,kalbinde ise masum bir bekleyiş gördüm.üniversiteyi okuyamadı.evlendi mi bilmiyorum….sevdi mi hiç? Sevildi mi? Sevginin ve emeğin değerini bilen insanlarla karşılaşabil dimi?

Nedir bir insanı arkadaştan ayıran?
Kalabalık mıyız? Toplum mu?
Siz hiç kendi yavrusuna tekme tokat girişen bir hayvan gördünüz mü?
Bir şiirimde şöyle demiştim;
Kötülük gücünü sessiz çoğunluktan alır…


Pınar NURHAN
Eğitimci Yazar ( rehberlik )
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:15 pm

Masallarda Terapi, Terapide Masallar


Gökten üç elma değil, yüzlerce masal düştü. Siz kendi masalınızı yakalayın
1916 yılından bu yana, psikolojik danışmanlar, kitapları terapi aracı olarak kullanıyorlar.
''Şimdi, çocukluğunuza bir yolculuk yapacağız sizlerle. Çocukluğunuzdaki masalları anımsayacağız. Kendimizi rahat bırakalım. Gözlerimiz kapalı.
... Çocukluğunuzu düşünüyorsunuz. Sıcak, güvenli bir ortamda küçük bir çocuksunuz. Hani size anlatılan masallar vardı. Masala ben başlayacağım siz devam edeceksiniz...
Bir varmış
Bir yokmuş
Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Develer tellal iken
Pireler berber iken
Ben annemin beşiğini
Tıngır mıngır sallar iken
.....
İlk çağrışımları yakalayın ve bellek arşivinizden çıkıp gelen o masalı sürdürün lütfen...
Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesinde düzenlenen "II. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu"nda (4-6 Ekim 2006) konferans salonunu dolduran çocuk, genç, yetişkin yüzlerce katılımcı, yukarıdaki yönergeye uyup düşler alemine dalmış, çocukluklarından bir masalı yaşıyor...
Sunucu, yönergeyi sürdürüyor: "Masal kahramanlarını gözünüzün önüne getirin, onu iyice canlandırın hayalinizde, o nasıl bir kahraman... Özellikleri neler... Masaldaki olayları anımsayın. Siz masalda hangi kahramanla özdeşleşiyorsunuz? Size hangi yönlerden benziyor acaba... Nasıl bir çocuk o masalı dinleyen... O masal sizin için ne ifade ediyor?.. Tüm bunları hissetmeye çalışın. O duyguyu yakalayın: O çocuk ne istiyor sizce ve masal ona istediğini veriyor mu?.. Hazır olduğunuzda gözlerinizi açabilirsiniz..."
....
Katılımcılar neler yaşadıklarını paylaştıktan sonra sunu şu soru ekseninde sürdürülüyor: Kitaplar bizi iyileştirir mi?
Bibliyoterapi: Okumayla sağaltım
Bibliyoterapi; bireylere problemleri çözmede ya da kendilerini daha iyi tanıyıp anlamalarında edebiyat eserlerinden yararlanmalarını sağlayan bir sürecin ya da etkinliğin düzenlenmesi olarak tanımlanabilir. Kitap ile okuyucu arasındaki bu dinamik sürecin iyileştirici, geliştirici etkisinin keşfedilmesi, kitapların psikolojik danışma alanında kullanımına dikkat çekmiştir.
Samuel Crothers'in, kitapların terapi amaçlı kullanımını bibliyoterapi olarak tanımladığı 1916 yılından bu yana, psikolojik danışmanlar, kitapları terapi aracı olarak kullanıyorlar. Aslında bibliyoterapi çalışmalarına temel oluşturan, kitapların insanı iyileştirici özelliklerini vurgulayan ilk yaklaşım, Eski Yunan'da bir kütüphanenin girişinde, kapının üzerinde yazılı olan bir tümce ile özetlenmiştir: "İnsanın Ruhunun İyileştirildiği Yer".
Tarihsel gelişim çizgisine bakıldığında, bibliyoterapi çalışmalarının sistematik olarak 1930'larda kütüphaneciler tarafından yapıldığı görülür. Bu çalışmalar, kütüphanecilerin, insanların üzerinde iyileştirici etkileri olan kitapları belirleme ve listeleme çabaları, okuyuculara yararlanabilecekleri, potansiyel olarak iyileştirici (terapotik) bir güce sahip kabul edilen kitap listesini ortaya çıkarıyordu. Böylece kitaplar, sessiz ve adsız, alçakgönüllü birer psikolojik danışman gibi okuyucularına psikolojik yardım hizmeti sunma işlevini yerine getirmeye başladı.
Bibliyoterapi süreci, gerçekte "bireyi doğru kitapla doğru zamanda buluşturmak"la başlar. Bir diğer deyişle birey, seçilen kitabı okumaya başladığında psikolojik danışma/ terapi süreci başlamış olur.
1. Evre: Özdeşleşme ve yansıtma

Kitapla birey buluşturulurken, birinci evre, okuyucunun öyküdeki kahramanın sorununu tanıyarak, kendi yaşamakta olduğu sorunla benzer ve farklı yönlerini bulup onunla özdeşim kurabilmesinin sağlanmasıdır. Bu noktada danışmanın rolü, öykü kahramanının kişilik özelliklerinin tanınması ve kişilik dinamiklerinin işleyişi ile ilgili yorumlar yapabilmesinde bireye yardımcı olacak açıklamalar sunmasıdır. Ayrıca bireyin öyküdeki iletişim ağını tanımasına ve ilişkileri yorumlayabilmesine yardımcı olmaktır. Okuyucunun öyküden çıkardığı anlamı, kendi yaşamakta olduğu soruna uygulayabilmesi ve sorununa ilişkin farklı bir görüş kazanabilmesi için danışman bireye yardım eder, ipuçları verir, yönlendirir. Özetle bibliyoterapinin birinci evresi "özdeşleşme ve yansıtma" işlevinin sağlandığı evredir. Bu evre başarıldığı zaman, yani okuyucu öykü kahramanı ile özdeşim kurabildiği ve kendi sorunuyla ilgili bir yansıtma yapabildiği zaman, danışman yavaş yavaş bireyin kendi duygularını ortaya koyması için onu cesaretlendirir ve arınma evresine hazırlanmasına yardımcı olur.

2. Evre: Arınma (katarsis)

Okur (danışan) hazır olduğunda, duygular ortaya çıkarılmaya çalışılarak onu rahatsız eden, bastırılan yaşantılarının ifade edilmesi, duygusal boşalmayla birlikte arınma (katarsis) ile belirli bir rahatlamanın yaşanmasına yardımcı olunur. Birey yaşadığı bu rahatlama duygularını, bazen sözel olarak ifade edebilir, bazen de kendi içinde yaşayabilir. Bu evre, bibliyoterapiyi normal okuma sürecinden farklı kılar. Hem öykü kahramanını hem de kendi duygularını tanımaya başlayıp adlandırmasıyla, birey unuttuğu, bastırdığı, tanıyamadığı, bir anlam veremediği birçok duyguyu yakalamaya, yaşamaya ve anlamaya başlar.

3. Evre: İçgörü ve bütünleşme

İlk iki evrenin ne kadar süreceği bireyin ve sorunun yapısına, danışma sürecinin dinamiklerine bağlı olarak değişir. Ancak, birey (danışan) sorunlarını kabul etmeye ve onlar üzerinde çalışıp nedenlerini anlamaya başladığında üçüncü evreye girilmiş olur. Bu evre, bibliyoterapinin son evresidir. Bireyin kendi özelliklerine, yaşadıklarına, sorunlarına ilişkin bir içgörü kazanarak kendi içinde bir bütünlüğe ulaşabilmesi ile tamamlanır. Danışmanın yardımı ile içgörü kazanan birey, kendi yaratıcı gücünü kullanarak, öyküdekinden farklı, kendine uygun çözüm seçenekleri üretmeye başlar. Kendi iç güçlerini harekete geçirir, kendini algılayışı değişir, farkında olmadığı yönleri tanıyıp kabul etmesiyle bütünlük kazanır. Böylece bu süreçle öykü işlevini tamamlamış ve bireyin kendi öyküsünü yeniden oluşturmasına katkıda bulunmuştur.
'Çocuklukta bizi uyutan, avutan, düşler alemine yolculuğa götüren masallar şimdi içimizdeki çocuğa ulaşıp onunla iletişim kurmamızı sağlayabiliyorsa o masal kahramanı artık bizi uyandırıp kendimizle yüzleştiriyor ve düşler aleminden gerçeğe doğru yolculuğa çıkarıyor demektir'.
Gökten üç elma değil, yüzlerce masal düştü. Siz kendi masalınızı yakalayın. Masallarınızı hiç yitirmeyin!

BİNNUR YEŞİLYAPRAK: Prof. Dr., Ankara Üni.

UĞUR ÖNER: Prof. Dr., Çankaya Üni.

Hızlı ve tehlikeli araç kullanımının perde arkası


Trafikte araç kullanımında uyulması gereken kurallar, geçmiş yıllarda uzun süreli araştırmalardan elde edilen verilerden ve kimisi hayat kayıplarına yol açan üzücü deneyimlerden, kimisi de göreceli olarak daha az sıkıntıya yol açan maddi kayıpların sonuçlarından sağlanan bilgilerle oluşturulmuştur. Özellikle son yıllarda trafiğe çıkan araç sayısındaki artış, trafiğe çıkan bu araçların daha eski yıllara göre daha yüksek süratlere ulaşabilir olması, daha seri ve kıvrak kullanılabilir olma özellikleri nedeniyle kural ihlalleri ve trafik kazalarında artmaktadır. Özellikle büyük şehirlerde insanların yaşam koşullarını daha iyi hale getirmek için, ek işler yapmak zorunda oluşları ve bu nedenle bir yerden bir yere yetişmek için sınırlı bir süreye sahip olmaları, aşırı hız ve diğer kural ihlallerini yapmalarına neden olabilmektedir. Bunun yanında özellikle aracı kullanan kişilerin içinde bulundukları ruhsal durum da kişilerin hatalı araç kullanmalarına ve trafik kazalarına yol açabilmektedir. Bu psikiyatrik sorunlar arasında kişilik bozuklukları (özellikle antisosyal, narsisistik, paranoid, histrionik ve sınırda kişilik bozuklukları), iki uçlu duygu-durum bozukluğu, panik bozukluk ve dissosiyatif bozukluklar, alkol-madde kullanım bozuklukları sayılabilir.

Normal koşullarda hayatımızın kolaylaştırılmasına hizmet edecek olan araçlar, bu gibi durumlarda birer savaş aleti ve ölüm makineleri haline gelebilmektedir. Araçların içindeki sürücüler birbirlerine cesaretlerini (!) kanıtlayabilmek için adeta, zırhlara bürünmüş ve ellerindeki mızraklarla birbirine doğru at koşturan ortaçağ şövalyelerine benzemektedirler. Bir başka benzetme ile birbirini düelloya davet eden ortaçağ askerleri ya da derebeyleri gibi hareket etmektedirler. Tabii ki içinde bulunduğumuz çağ bilgi ve iletişim çağıdır. Artık cesaret gösterileri ortaçağ zihniyetindeki gibi kaba kuvvete dayanmamaktadır. Cesaret ve üstünlük kişilerin kendilerini sosyokültürel açıdan geliştirerek, içinde oldukları toplulukları etkileyebilmeleri, daha farklı kültürlerle bir araya geldiklerinde, kendi bilimsel varlıkları, sosyal yaşantıları ve değerlerini kabul ettirebilmeleri ile belirlenmektedir. Bu da doğal olarak sadece belli bir maddi birikime dayanmamakta, bunun yanında kişinin gerekli manevi değerlere ve olumlu kişisel özelliklere sahip olması da gerekmektedir.


Kişilerin içinde büyüdükleri aileler onları çocuk yaşlarından itibaren, hatta daha anne karnındayken iyi ya da kötü yönde etkilemeye başlar. Olumsuz etkileşimler sürekli olduğunda, çocuğu çaresizlik içinde bırakacak derecede fiziksel, duygusal ya da cinsel tacizler şeklini aldığında daha ağır sonuçlara yol açabilmektedir. Duygusal tacizler (çocuğun sağlık ve eğitiminin çevresindeki yaşıtlarına göre ihmal edilmesi, ebeveynin çocukla duygusal iletişimlerinin yeterli ve doyurucu olmaması, gereken sevgi ve destekleyici yaklaşımın sergilenememesi) anne-babanın çocuğa örnek olamaması ya da çocuğun dışarıdaki yanlış örnekleri seçmesi de bu uygunsuz gelişimlere yol açabilmektedir. Bunlar sonrasında çocuk kendi gelişimsel aşamalarını yanlış ve eksik bir şekilde tamamlamakta, bu durum kişilik bozukluklarının temelini oluşturmaktadır. Bu da ilerleyen dönemlerde meslek hayatı, evlilik yaşantısı ve toplumsal hayatında sorunlu ilişkilere yol açmaktadır. Sorunlu ilişkiler de, kişilerde aşırı düzeylere varan tepkilerin çoğu yerde ve aniden göstermelerine yol açabilmektedir. Bunlar arasında da trafik ön planda gelen alanlardan biridir.

Kişiler bazen "hep en önde ben olmalıyım, beni kimse geçememeli, kimse benden ve benim arabamdan hızlı gitmemeli" şeklinde düşünebilirler. Bu kişilerde narsisistik kişilik yapıları düşünülür. Bu kişiler tüm kişilik bozukluklarının ortak özellikleri olan kendini hep haklı görme, etrafı suçlama eğilimi içindedirler. Gerçekte çok kırılgan ve zayıf olan benlikleri, bu şekilde gerçekçi olmayan bir halde şişirilir.

Bazı durumlarda da bireyler üzerlerine çok fazla yük alırlar. Başkalarına hayır diyemezler. Kendi yapacakları işler yanında başkalarının da tüm yükleri bu kişilerin sırtına biner. Bu durumda kişiler oradan oraya koşuştururken, sürat limitlerini aşabilirler.
Eğer kişinin hayattan beklentisi kalmamışsa, her gün mutsuz, isteksizse ve uyku, iştah, enerji ve dikkat sorunları yaşıyorsa, kendini suçluyor ve aşağılıyorsa, depresyon tablosu yaşıyor demektir. Bu duruma bazen intihar düşünceleri de eşlik edebilir. Hızlı ve tehlikeli araç kullanmak da bir tür intihar girişimidir.

Sürücünün yanında başkası varsa gene bu tip kuraldışı davranışlar olabilmektedir. Yanındakini isteklerini yapmaya zorlamak için, bu şekilde araç kullanarak korkutmak ve boyun eğdirmeye zorlamak da rastlanılan durumlar arasındadır. Yanındakini etkilemek için hızlı araç kullanmak genellikle ergenliğin erken dönemlerinde görülmektedir. Ancak özellikle erkeklerde andropoz dönemi olarak bilinen, vücutsal ve cinsel performansın azaldığı dönemlerde, kişiler bu durumu kendi kendilerine inkar edebilmek için hız yapabilirler.

Bazen kişinin trafikte uygunsuz araç kullanan kişilere ders vermek amacıyla, onu aynı şekilde izleyerek yolda tartışmaya başlaması da rastlanılabilen ilginç durumlar arasındadır. Bu kişiler adeta kendilerini bir yargıç gibi görebilmektedirler.

Şüpheler üzerine hareket eden kişiler ya da aşırı alınganlık gösterenler de hız yapabilirler. Kendini geçen kişinin kendine güldüğünü, yanındaki bayana bakıldığını ya da arabasının arkasına çok sokularak sıkıştırıldığını düşünenler bunun intikamını almaya çalışabilirler. Bu tip bir kişilik yapısında paranoid eğilimler ön plandadır ve herşeyi kendileri için bir tehdit ya da saldırı olarak algılamaya adaydırlar.

Kişiler eğer evlilik hayatlarında eşlerine ya da mesleki yaşamlarında iş arkadaşlarına , amirlerine karşı kendilerini uygun bir şekilde ifade edemiyorlarsa, eziliyorlarsa bunun acısını trafikte canavar kesilerek, başkalarından çıkarmaya çalışabilirler.

Dürtü kontrol bozuklukları olarak adlandırdığımız psikiyatrik sorunlarda kişiler hissettikleri yoğun kaygının etkisini aniden bazı davranışlarla gidermek isteyebilirler. Bu tür durumlar arasında ani öfke patlamaları, kumar oynama, alkol alma ,aşırı yemek yeme atakları gözlenebilmektedir. Öfke ile hızlı ve tehlikeli araç kullanma da bunlardan biridir.

Dissosiyatif bozukluklarda, kişiler bazen farkında olmadan, yaptıklarını hatırlamadıkları girişimlerde bulunurlar. Daha ileri boyutta arabayı kullanan kişi kendisi değildir ve içindeki kişilik asıl gerçek kişiliği öldürmek için hızlı ve tehlikeli araç kullanabilir.

İşte bu şekilde yanınızdan hızlı geçen ve yolda adeta büyük slalom yapan kişilerin öncelikle psikiyatrik tedaviye gereksinimi olan kişiler olduğunu düşünün. Ve sakın ve sakın onlarla benzer davranışlar içine girmeyin sevdiklerinizi sizsiz, başkalarını da sevdiksiz bırakmayın.

Uzman Dr Bahadır Bakım
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Psikoloji ile ilgili Makaleler Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Psikoloji ile ilgili Makaleler Psikoloji ile ilgili Makaleler EmptyPaz Tem. 19, 2009 1:16 pm

Uff.. Canım çok yanıyor!




Acının her türlüsü, berbat bir şey. Psikolojik ya da fiziksel olsun, şiddeti yüksek ya da düşük olsun insanın canı yanmaya görsün, dünyası kararıyor. Normal zamanda en çok yapmaktan zevk aldığı şeyi bile gözü görmüyor o zamanlar.
Aslında bugün özellikle diş ağrısından söz etmek istiyorum. Katlanması imkansız gibi gözüken şu ağrı var ya hani işte ondan..
Benim dişim hiç ağrımadı, diyen kaç kişi çıkar bilemiyorum ama bir insanın yaşamı boyunca en az bir kere şu müthiş sancıyı çekmiş olması gerek diye düşünüyorum.
Ağrıyı çeker ve son çare ondan kurtulmak için dişimizi çektirmeye gitmek isteriz ama bunu bir türlü başaramayız... İşte olay o noktada başlıyor “dişçi korkusu”.

Almanya'da böyle oluyormuş;
Almanya'da diş hekimleri bu korkuyu yenmenin bence pek de yaratıcı olmasa da, yollarını bulmuşlar. Örneğin, Alman Diş Tedavisi Fobisi Kurumu Derneği, ülkelerinde beş milyon kişide bu korkunun olması nedeniyle harekete geçip genel anestezi yöntemiyle hastaları tedavi yoluna gitmişler.

Ülkemizde de böyle;
Aslında ülkemizde de bundan pek de farklı olmayan bir yöntem kullanılıyor. Yeditepe Üniversitesi Ağız- Diş-Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Şençift de hastaları yarı baygın bir şekilde “bilinçli sedasyon” yöntemiyle tedavi ettiğinden söz etmiş. Her tedavi yönteminde olduğu gibi bu yöntemde de komplikasyonlar olabilir.

Neden işi bu noktaya getirmeden önce çözmüyoruz?
Evet diş hekimiyle bir kere travmatik bir deneyim yaşamamış olabiliriz belki. Ama çocukların bu korkuyla büyümemeleri için yapacak birçok şey var.
Bilindiği gibi birçok şeyi çocukluk döneminde öğreniyor ve hayatımız boyunca aksi bir müdahale olmadıkça, deneyimlerimizi doğru bilip yaşıyoruz. Bu nokta da ise anne-babaya büyük iş düşüyor.

Sonun şöyle çözülür;
İlk yapılacak şey çocuğu belirli periyotlarla diş kontrolüne götürmek. Çocuğun hem alışkanlık kazanması hem de, sadece sancılar içinde kıvranıp gidilen korkutucu bir yer olmadığını öğrenmesi için faydalı bir yol olacaktır.

Onları neden korkutuyorsunuz?
Çocuğun bu dönemde desteğe ihtiyacı vardır, bazı anne-babaların yaptığı gibi kösteğe değil. Çocuğunuzun ileride fobi geliştirmesini istemiyorsanız eğer, “Ödevini yapmazsan seni dişçiye götürürüz dişini çeker” ya da “doktor teyze sana iğne yapar” ya da “polis amcalara veririm seni” gibi anlamsız cümlelerden kaçının.
Evet, size bütün bunlar yapılmış olabilir aileniz tarafında benzer şeylerle korkutulmış olabilirsiniz, ama siz bilinçli birer anne-baba olduğunuzu söyleyip durmuyor musunuz hep.
O zaman siz yapmayın!
Çocuklarınızı korkutmayın!


Uzm. Psk. Ceyda ŞENEL




Histrionik Kişilik


Histrionik kişilik deyince akla ilk gelen abartılı davranışlardır.
Kişi, bir aktör misali, sanki sahnede rol yapar gibi davranır. İsimden de anlaşılacağı gibi, Histrio Latincede aktör oyuncu anlamına gelir.
“Düğün dernek fark etmez ben hep böyleyim”
Bu kişiler, her şeyin abartılısını, göze batanını seçer ve genelde parlak renkleri sever. Fazla takıp takıştırırlar. Ayrıca, dış görünüşleri de baştan çıkartıcıdır.
Uzun lafın kısası, genelde her an düğüne gidecek gibi giyinirler.
Karşınızda canlanan muhtemelen bir kadın çünkü kadınlarda daha sık görülür.
Her süslü kadın histrionik değildir bunu karıştırmamak gerekir.
Bu kişilerin duygulanımları genelde yüzeyseldir. Derin duygular barındıramazlar. Kaşınızda sanki bir çocuk varmış hissine kapılabilirsiniz. Sürekli ilgi yakınlık ve sevgi beklerler. Telkine yatkınlılarından dolayı birçok kişiye göre daha kolay hipnoz olurlar.

Kendileriyle ve insanlarla ilgili düşünceleri “Güzellik insanları değerlendirirken dikkate alınması gereken en önemli ölçüdür” “Hayatta hiçbir zaman hiçbir konuda engellenmemeliyim” “Her istediğimi elde etmeliyim” “Hiçbir zaman aptal durumuna düşmemeliyim” “İnsanları mutlu etmeliyim eğlendirmeliyim yoksa beni beğenmezler”

İlgisiz yaşayamam Manipulasyon yetenekleri çok gelişmiş olan histrionik kişiler, genelde yakınmalarıyla duygusal krizler yaratırlar. Ağlayıp bağırıp çağırarak, cinselliklerini ve sihir gibi yöntemlerle, insanlara istediklerini yaptırmaya çalışırlar.

Dengesiz davranışlar O an için karşısındakinden sevgi ve şefkat görüyorsa aynı duyguları yansıtır. Fakat bir sonra ki saatte neler yaşayacağını önceden kestirmek zordur. Birden bire duygu durumu değişebilir ve tam ters bir şekilde davranabilir. Dedikleri olmazsa, İkna etmek ve intikam almak için sinir krizlerine girerler.

Tehlikeli oyunlar Bu kişiler intihara eğilimlidirler. Bunu, geçekten amaçlarına ulaşmak için kullandıkları gibi, çoğu zaman da ilgi çekmek için intihara teşebbüs ederler.
Her iki durumda da ciddiye alınmalıdır. Neticede bir insan hayatından söz ediyoruz.

Peki neden?
Bugüne kadar yapılan araştırmalara göre bu kişiliğin henüz neden kaynaklandığını açıklayan net bulgular yoktur. Fakat psikanalitik yaklaşıma göre çocuğun psikoseksüel gelişim dönemlerinden fallik dönemdeki saplanmadan kaynaklandığı görüşü yaygındır.

Sorun çözülebilir ama..
İnsanlarla olan ilişkilerindeki sorunlardan yola çıkarak amaç bu alandaki problemleri çözmeye yönelik olmaktadır. Tedavinin başarısı için kişinin gönüllü olması gerekir.
Her şey gönlünüzce olsun..


Uzm. Psk. Ceyda ŞENEL



Evlilik ihtiyaç mıdır?


Yaratılışımızın hakikatinde “âcizlik” vardır. Rabbimiz kullarını birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayacak şekilde yaratmıştır.
İnsanoğlu hayatını bir ötekiyle paylaştığı oranda mutluluğunu arttığı gibi acısı da azaltır.
“İnsanın ihtiyacını en fazla tatmin eden kalbine mukabil bir kalbin mevcut olmasıdır,” hakikatine binaen, kişi ancak yuva kurarak ihtiyacını tatmin etmektedir.
İnsanın hayatta huzur ve mutluluğu ancak iyi bir evlilikle mümkün olmaktadır. Onun içindir ki, evlilik tarihi insanlık tarihiyle başlar.
Yüce Mevlâmız, mevcudatı çift yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek şu ayetle ifade edilmektedir; “Her şeyden çift çift yarattık ki, iyi düşünesiniz.”
Erkek ve kadın bir bütünü tamamlayan iki parça gibidir. Bu iki cins ruhî ve fizikî yapıları gereği birbirlerine üstünlük kuramayacakları derecede birbirlerine muhtaç yaratılmışlardır.
Evlilikle iki cins arasında çok güçlü bir bağ kurulur. Bu bağ sayesinde kişi kendini bütünleşmiş hisseder ve bilir ki, bu birliktelik sadece dünya hayatıyla sınırlı kalmayıp ahiret hayatı boyunca da devam edecektir.
Evlilik sağlıklı yaşamın önemli bir dinamiği olmasından dolayı bütün semavî dinler tarafından ısrarla desteklenmiş, kutsal sayılarak teşvik edilmiştir.
Kişi evlilikle beraber hayatı iki kişi olarak yaşar, güçlüklere karşı birlikte savaşır, bu da psikolojik olarak insanın kendini daha iyi hissetmesine sebep olur. Bunun içindir ki, evlilik maddî ve manevî bir direnç ve güç kaynağıdır.
Yapılan bilimsel araştırmalarda uzun ve sağlıklı yaşamanın temelinde en önemli sebep olarak “mutlu bir evlilik “ olduğu tespit edilmiştir.
İyi bir evlilikle kişi kendini “güven” ortamında hisseder, çocuk sahibi olarak ebeveyn olma arzusunu da ancak evlilik sayesinde elde eder.
Yine eşlerin saygın bir aile ortamında birbirlerinin benlik değerini (self-esteem) arttırdıkları gözlenmiştir.
İyi bir evlilik ilişkisi aynı zamanda terapatik bir ilişkidir de, yani bir yanıyla tedavi edicidir. Mutlu bir evlilikte eşler birbirinin hem arkadaşı, hem dostu, hem de yardımcısıdır.
Evlilik bireysel ihtiyaç olduğu kadar, toplumsal ihtiyaçtır. Tarihin kaydettiği bütün topluluklarda, aile kurumu önemli yerini her zaman muhafaza etmiştir.
Evlilik toplumun huzuru, insanlığın barışı için son derece önemlidir. Ailede yaşanan çözülmelerle, toplumsal çözülmeler her zaman paralellik arz etmiştir. Çünkü aile toplumun hem çekirdeği, hem de temelidir.
Toplumların geleceğinin ancak mutlu ve sağlıklı ailelerle mümkün olduğunu unutmayalım.

Psk. Yasemin UÇAL
Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Psikoloji ile ilgili Makaleler

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Acemi Forum Eğitim & Öğretim :: Ödevler & Tezler & Projeler :: Felsefe & Psikoloji -
Powered by phpBB © Acemi Forum
Copyright © 2007 By [-İDLE-] & adegerli33