Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Hoşgeldiniz, Misafir
Son Ziyaretiniz:
Toplam Mesajınız: 17
 

AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

Tarih Felsefesi nedir?Tarih Felsefesi hakkında...

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek
Yazar Mesaj
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Tarih Felsefesi nedir?Tarih Felsefesi hakkında... Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Tarih Felsefesi nedir?Tarih Felsefesi hakkında... Tarih Felsefesi nedir?Tarih Felsefesi hakkında... EmptySalı Tem. 21, 2009 4:27 pm

TARİH FELSEFESİNE GİRİŞ

Bu öğretide tarih felsefesi bir bilimsel zorunluluk esasına
dayanmakta olup sürekli bir akımdır. Tıpkı insanda olduğu gibi, insanlığın
başlangıcından bu yana her yerde baş göstermiş ve tarihi oluşturmuş olan ve iki
düşman ve çelişik unsur arasında süregelen bir diyalektik çelişki ve savaşım söz
konusudur tarih felsefesinde de. Tarih, insan türünün zaman çizgisindeki
devinimidir. İnsan türüyse “küçük dünya”dır; varlığın en yetkin görünümü,
yaratılışın tezahürüdür. Doğa ise onda bilince ulaşmıştır; onun çizgisinde
evrime, bilinçli ve kendinde olan diri bir olmaya doğru yol alır.



Başka bir deyişle insan, varlığın mutlak irade ve bilinci olan Allah iradesinin
tecellisidir. İnsan bu “insanbilim”inde Allah’ın dünyadaki temsilcisi,
yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla, “insan olma” serüveninden ve mahiyetinin
oluşma sürecinden ibaret olan insan tarihi, rastlantısal olamaz, olaylarca
yaratılmış olamaz, maceracıların oyuncağı olamaz; bu tarihin kof, boş, anlamsız,
sonuçsuz ve bilinmez olması olanaksızdır.



Kuşkusuz, tarih, dünyanın öteki gerçeklikleri gibi bir gerçekliktir; bir yerden
başlayıp kaçınılmaz olarak bir yere varacaktır. Hedefi olmalıdır tarihin, bir
yöne doğru yürümelidir.



Nereden başlamıştır? “Çelişki”nin başlangıcından (!); tıpkı insan gibi.



İnsanın kökenini insanbiliminde şu şekilde tanıdık: İnsan, balçıktan ve Allah’ın
ruhundan mürekkeptir. Adem’in öyküsüne bakın bir! “Adem”in öyküsünde insan
türünden, gerçek ve felsefi anlamıyla insandan söz edilir. İnsan işte Ademdeki
bu “ruh-balçık”, “Allah-Şeytan” savaşımından başlar. Fakat tarihi nereden
tanıyoruz? Nereden başlar tarih? Kâbil ile Hâbil’in savaşından.



Adem’in oğullarının her ikisi de beşeridir; doğal birer beşer. Ama birbiriyle
savaşmaktadırlar. Biri ötekini öldürür. Buradan başlar insanlık tarihi. Adem’in
savaşı özde (türde) gerçekleşen zihinsel bir savaştır. Bu ikisininkiyse hayatta
gerçekleşen özdeş savaştır. Dolayısıyla Hâbil ve Kâbil öyküsü, tarih
felsefesini, Adem’in öyküsüyse insan felsefesini göstermektedir. Hâbil ile
Kâbil’in savaşı tarihteki iki karşıt cephenin savaşıdır, tarihin diyalektik
esasına göre. Dolayısıyla, tarihin de insanınki gibi diyalektik bir hareketi
vardır. Bu çelişki de Kâbil’in (Bence çiftçilik düzeninin, tekelci ya da
bireysel mülkiyetin temsilcisidir.) Hâbil’i (Bence avcılık çağının ve
mülkiyetten önceki ilkel ortaklık döneminin temsilcisidir.) öldürmesiyle başlar.
Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlar. Tarih, baştanbaşa, katil Kâbil
kanadıyla, maktül Hâbil kanadı arasında, hâkim kanatla mahkûm kanat arasında
olagelen savaşa sahnedir. “Avcı Hâbil”, “mâlik Kâbil” eliyle öldürülür. Yani
üretim kaynaklarının genel paylaşım dönemi (hayvancılık ve avcılık çağı) ve
kardeşlik ve gerçek iman ruhu, çiftçilik döneminin ve özel mülkiyet düzeninin,
dinî aldatmacanın ve başkasının hakkına tecavüz etmenin gerçekleşmesiyle ortadan
kalkar, mahkûm olur. O zaman Kâbil, tarihte diri kalır. Hâlâ da ölmemiştir.



Bu konuyu şuradan çıkardım: Adem, oğullarına, ihtilaflarını -Kâbil, kardeşinin
güzel nişanlısına tutulmuştu. Bu yüzden ihtilafa düşmüşlerdi. İhtilafı
gidermeleri için Allah’a kurban sunmalarını önermişti. Kâbil, kurbanlık olarak
bir deste solgun sarı buğday getirmiştir. Hâbil’se kırmızı tüylü genç ve
kıymetli bir deve getirir. Bu yüzden Hâbil’i avcılık döneminin temsilcisi,
Kâbil’i de çiftçilik döneminin temsilcisi olarak görüyorum. Tarih, hayvancılık,
yani avcılık döneminde (ki deve, bu öyküde bu üretim düzeninin göstergesidir)
doğa, üretimin kaynağı olmuştur (Orman, deniz, ova ve ırmak). Tüm kabilede
üretim aracı olarak el ve tırnak kullanılıyordu daha çok. Kimi zaman da herkesin
sahip olabileceği ve kendisinin yapabileceği araçlar vardı.

Üretim kaynaklarında (su ve toprak vs.) ya da üretim
araçlarında (öküz, saban vs.), özel ve bireysel mülkiyet bulunmuyordu.
Her şey, eşit olarak, herkesin kullanımındaydı. Kardeşlik ruhu
(eşitlikten doğan), toplu ruhun kutsanması, toplumsal gelenek, ataya
hürmet, ahlaki ödevler karşısında başeğme, toplu yaşayışın sınırlarına
mutlak ve kesin boyun eğme, yaratılıştan gelen safâ ve gönül temizliği,
dinî vicdan, barış ruhu, sevgi, fedakârlık vb., bu düzende insanın
ahlaki özelliklerindendir. Hâbil ise böyle bir insanın temsilcisidir.



İnsanın çiftlikle tanışmasıyla, insan yaşayışı, insan toplumu ve insan
tipi, bence tarihin en büyük devrimi olan derin bir devrimin eline
düşer. Bu, yeni insanı ortaya çıkaran, güçlü ve kötü insanı, medeniyet
ve parçalanma çağını oluşturan bir devrimdir.



Çiftçilik düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınırladı; üretim
araçlarını gelişip üretim ilişkilerini karmaşıklaştırdı! Tarım alanı
-orman ve denizin tersine- özgürce, herkesin yetkisinde olmadığından,
ilk kez olarak doğadaki bir şeyi kendine özel kılma ve başkalarını ondan
yoksun bırakma gereksinimi bilirdi: Bireysel mülkiyet!



Bundan önce, insan toplumunda “birey” yoktu. Kabilenin kendisi bir
bireydi. Tek parça toplum -ki herkes bir aile içindeki kardeşlerdir-
bölündü. Doğadaki bir toprak parçasının -ki herkesin malıydı; herkesin
mülkiyeti altındaydı- bir kişinin hakkı olduğu ve ötekilerin hak sahibi
olmadıkları ilk gün, henüz kanun, din, veraset vb. gibi hiçbir kural ve
sistem bulunmuyordu. Sadece “güç” vardı. Kabilenin güçlülerinin gücü -ki
ortak mülkiyet düzeninde kabilenin koruyucusu ve daha çok toplumsal
haysiyet kazanma etkeni ya da daha çok av avlanma etkeniydi; bunların
hepsi de kabilenin yararınaydı, şimdi sadece “hak”kın belirlenme kaynağı
tekelci yararlanmaların koruyucusu, bireysel mülkiyetin kazanılmasının
ilk etkeni olmuştu. Bu yüzden Marx’ın “Mülkiyet, güç kazanma etkenidir.”
Şeklindeki görüşü, tarihin bu hassas anında, doğru anlaşılması için
doğru yansıtılmalıdır. Şu anlamda ki işin başlangıcında, mülkiyeti
bireye özgü kılan etken güç ve kudretti. Güç, bireysel mülkiyeti
yarattı. Bireysel mülkiyetse güce süreklilik ve silah verdi; onu yasal,
doğal ve meşru kıldı.



Özel mülkiyet, tek parça toplumu ortadan ikiye böldü. Temel, sahiplenme
ve bireysel mülkiyet üzerine kurulduğunda, zahitlik edecek, gerçek ve
gereksinim duyduğu kadarıyla yetinecek hiç kimse yoktur. O zaman, bu
gereksinimin miktarını kendisi belirlemelidir!



Burada, artık bir şey yapamayacağı zaman yetinir; artık istemiyorum diye
bir şey yoktur. Önceki Hâbil düzeninde -ya da toplu mülkiyette- herkes,
gereksinimi olduğu ölçüde avlanırdı. Çalışmak, gereksinimin giderilmesi
için bir araçtı sadece. Üretimde kim daha çok hak etmişse daha çok
kazanıyordu. Ama şimdi doğanın açık ve bereketli sofrasından uzaklaşıp
sanatın (toprak ve tarım) hakir ve fakir sofrasının başına üşüşerek
hırsla, açgözlülükle, aşırı istekle birbirinin canlarına da düştüler. Bu
“yeni toplumsal yaşayış ilişkisi”nde akbabalar, leş yiyen kuşlar
(Kâbil’in öyküsünde kargalar) bütün zayıf kuşların kollarını kanatlarını
kırarak her birini bir yana sürdüler. Hep birlikte, tek bir sesle,
çöllerin bağrında, ırmak kıyılarında, deniz sahillerinde hareket halinde
olan göçmen kuşlar grubu gibi bir toplum, şimdi bu özel mülkiyet,
tekelcilik leşinin başında vahşice ve kinle dolu bir durumda “kâh beriki
ötekine pençe atmakta, kâh öteki berikini gagalamaktadır!”



Sonunda bu insanlık ailesi, özgürlük, barış, hoşgörü ve mutlulukla dolu
bu aile, düşman ve çelişik iki kutba dönüşür: Gereksinim ve iş gücünden
fazlaca bir toprağa sahip olan bir azınlıkla, bunun tersine açlık çeken
ve kol gücü bulunan, ama toprağı ve aracı bulunmayan çoğunluk. Yeni
toplumsal ilişkide yazgı açık ve kesindir: Kölelik! İçinde,
“kendisi”nden başka hiçbir şeyi bulunmayan, ne toprağı, ne suyu, ne
yüzsuyu, ne şerefi, ne soyu, ne sopu, ne ahlâkı, ne izzeti, ne
düşüncesi, ne bilgisi, ne hüneri, ne değeri, ne hakkı, ne hakikati, ne
ruhu, ne anlamı, ne eğitimi, ne dini ne de dünyası bulunan bir sınıfın
yer aldığı toplumsal bir düzen.

Bunlar, hep torağın ürünüdürler. Bahçeden ve tarladan
elde edilen çiçek ve meyveler, bu maddi ve manevi ürünlerin üretim
kaynaklarının sahibi olan sınıfın, aşağı işler yapmadığından, kendini
eğitip bilgi sahibi kılmak ve maneviyata, edebiyata, bilim ve sanata
yönelmek için fırsatı, olanakları ve sermayesi bulunan sınıfın tekelinde
olacaktır kaçınılmaz olarak. Her ikisi de, tek ruh taşıyan elbirliği
içindeki önceki toplumla birlikte yaşıyor ve tek bir ruhla, tek bir
yakınlıkla, tek bir haysiyet ve şerefle: Kabile halinde (!) hayat
sürüyordu. Her ikisi de boş ellerle yanyana ormana ve denize gidiyordu.
Doğanın servetini, çevrelerindeki hava gibi -ki onda ikisi birlikte
soluk alıyordu- ve ülkelerinin gözleri önüne serilen alanları gibi -ki
ikisi birlikte oturup seyrediyordu- kabileleriyle birlikte kullanan iki
“eşit”ti ve doğal olarak iki “kardeş”ti her ikisi de. Her ikisi de bir
Adem’in çocuklarıydı. Adem ise tek bir topraktandı. Ama şimdi, bu iki
kardeş, mülkiyet leşinin başında, birbirinden uzaklaşmış olarak karşı
karşıya geçmişti. Aralarında yargıda bulunan tek şey cana kasteden
düşmanlıktı! Akrabalık bağı, kölelik bağı olmuştur artık. Eşitlik,
ayrılığa kurban edilmiştir; kardeşlik, kardeş katilliğine dönüşmüştür.
Din, aldatma ve çıkar sağlama aracı olmuştur; gerisi hiç! İnsanlık ruhu,
barış ve sevgi ise kinci ruha, rekabete, mala kulluğa, açgözlülüğe,
tekelcilik arayışlarına, aldatmacaya, baskıya, zulme, bencilliğe, taş
kalpliliğe, kâtilliğe, hakları ayaklar altına almaya, sultacılığa,
üstünlük taslamalara, faziletçiliğe, halkı aşağılamaya, güçsüzü
horlamaya, kişisel çıkar yolunda her şeyi ve herkesi ezmeye, kardeşin
canına kıymaya, babaya işkence etmeye ve hattâ Allah’ı kandırmaya
dönüşmüştür.



Bu şekilde Hâbil (inançlı, barışsever ve fedakar insan) tipiyle Kabil
(şehvet kulu, mütecaviz kardeş katili, inançsız ve maddeci insan) tipi
arasındaki çelişki, ruh çözümlemesi ve bilimsel, toplumbilimsel irdeleme
yoluyla derinlemesine anlaşılabilir. Bu yolla onların çevresi ve işleri
de tam açıklığa kavuşur. Böylelikle, her ikisi de aynı soydan, aynı
anne-babadan oldukları, aynı eğitimi aldıkları ve aynı aile, çevre ve
din içerisinde yetiştikleri halde -ve o çevrede, henüz insan toplumu
oluşmadığı ve çeşitli düşünsel çevreler, kültürel havalar, toplumsal
gruplar olmadığı varsayıldığında, kardeşlerden her birinin farklı din ve
öğretimlerin etkisi altında kaldıkları söylenemez- nasıl olup da
birbirlerine bu denli zıt duruma geldikleri ve her birinin başka bir
tipin sembolü oldukları öğrenilebilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
d3rY@
Moderatör
Moderatör
d3rY@
Cinsiyet: Kadın
---www.acemi.yiz.biz---
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 02/07/08
Mesaj Sayısı : 4509
Nereden : evden :D (ank)
Lakap : şeker :P
Tarih Felsefesi nedir?Tarih Felsefesi hakkında... Vide
http://www.acemi.yiz.biz
MesajKonu: Geri: Tarih Felsefesi nedir?Tarih Felsefesi hakkında... Tarih Felsefesi nedir?Tarih Felsefesi hakkında... EmptySalı Tem. 21, 2009 4:27 pm

Araştırmada uygulanması gereken bilimsel ve mantıksal yöntem şudur: Her
yönden birbirine benzeyen, ama bir yönden birbirinden ayrılan ve çelişen
iki olgudan her birinde etkin olan bütün etkenler, neden ve koşullar
dizin halinde ortaya konulmalıdır. Bu yapıldıktan sonra her ikisinde
ortak ve benzer olan yanları ayıklayarak böylece çelişen ve karşıt etken
ya da etkenlere ulaşılmalıdır. Bu iki kardeşin öyküsünde de onların
ayrılık yönünü oluşturan tek etken, her birini özel toplumsal ve
iktisadi bir konum içine sokan farklı çalışma etkeni ve her ikisinin
sahip olduğu çelişik üretim altyapısı ve iktisadi düzendir.



Bu kuramı açıkça pekiştiren şey, Hâbil tipiyle ilkel ortaklık çağı,
bağımsız üretim ve avcılık dönemi insanın sınıfsal psikoloji ve
toplumsal davranışının tam bir uyum içinde olmasıdır. Kâbil tipiyse,
sınıfsal toplum ve kölelik düzeni insanın toplumsal ve sınıfsal
ahlâkıyla, efendi psikolojisiyle uyum taşımaktadır.
İkincisi, tefsircilerin ve bilginlerin, Hâbil ve
Kâbil kıssasının, Kuran’da nefsin [insanın] öldürülmesinin kınanması
için anlatıldığı şeklinde bir yorumda bulunmaları, aslında -Fransızların
deyişiyle- konuyu yüzeyselleştirmek ve basit göstermekten başka bir şey
değildir. Benim görüşüm, doğru olmasa bile, onların olayı anladıkları
ölçüde basit ve az yararlı değildir en azından. İbrahimî dinler,
özellikle İslam, bu öyküyü, insan türünün dünyadaki yaşayışının
başlangıcının eşiğinde ortaya çıkan ilk büyük olay olarak söz konusu
etmektedir. O zaman bu dinlerin bütün hedeflerinin, bu sonucu
[tefsircilerin vardığı sonucu] almak istedikleri olduğu inanılır bir şey
değildir. Bu öykü, her ne olursa olsun şu tür bir çıkarımda bulunulan
sıradan bir ahlakî öyküden daha çok derindir: “Öyleyse, nefsi öldürmenin
çirkin bir davranış olduğu ve bizim bu uygunsuz davranışa yaklaşmamamız
ve ondan uzaklaşmamız gerektiği açıkça anlaşılmaktadır; hele de o taraf
bizim kardeşimizse...!”



Bence, Hâbil’in Kâbil eliyle öldürülmesi, büyük bir değişimden, tarih
çizgisindeki hızlı dönüşten, özellikle de, insanın serüveninde baş
gösteren en büyük olaydan haber vermekte, onu derinlemesine açıklayıp,
hakkında bilimsel, sınıfsal ve toplumbilimsel yorumda bulunmaktadır. Bu
büyük olay ve değişim, ilkel komün döneminin son bulması, insanın
avlanma yoluyla üretim şeklindeki ilkel eşitlik ve kardeşlik düzeninin
(Hâbil) yok oluşu ve çiftçilik yoluyla üretimin, özel mülkiyetin ortaya
çıkışının, ilkel sınıflı toplumun ve parçalanma, sömürü, mala kulluk,
inançsızlık düzeninin, düşmanlılığın, yarışın, açgözlülüğün, yağmanın,
köleliğin ve kardeş katilinin başlayışıdır (Kâbil). Hâbil’in ölüp
Kâbil’in hayatta kalmasıyla tarihsel özdeş bir gerçekliktir. Ondan
sonra, dinin, hayatın, iktisadın, yönetimin ve halkın alın yazısının
Kâbil’in elinde olduğu çıkarımı da ileri ve eleştirel yapısı bulunan
gerçekçi bir çözümlemedir. Hâbil’in ardında evlat bırakmadan gitmesi ve
şu anki insanların hep Kâbil’den geriye kalmaları(1)da Kâbil’in
düzeninde Kâbilci toplum, yönetim, din, ahlâk, görüş, yöneliş ve
davranışın genellik taşıdığını, her toplum ve çağa egemen olan yaşamsal
düzensizliğin, düşünce ve ahlâk karışıklığının buradan geldiğini
göstermektedir.
Bu durum “Ademoğlu”nun yeryüzünde yaşamaya başladığı (Bu ikisinin kız
kardeşleriyle evlenmeleri) ilk günün, çelişkinin, düşmanlığın ve en
sonunda da “kardeş katli”nin başlangıcıyla bir arada bulunduğunu
gösterir. Ayrıca bu durum, şu bilimsel gerçeği kanıtlar: Birincisi,
yaşam, toplum ve tarih, çelişki ve savaşım üzerine kuruludur; ikincisi,
idealistlerin düşündüğünün tersine, bunun temel etkeni, din inancının
gücüne, kardeşlik bağına, hak ve ahlâka üstün gelen iktisat ve
cinselliktir.



İlk ihtilaf, Hâbil ile nişanlı olan kız kardeşi, Kâbil’in kendi payına
tercih etmesi, Adem’in görüşüyle belirlenen nişanlıyı değiştirmekte
diretmesi ve her ikisinin Adem’in huzurunda şikayette bulunmalarıdır.
Bunun üzerine Adem, kurban sunmalarını ve kimin kurbanı kabul edilirse
ötekinin ona karşı boyun eğmesini önerdi. Kâbil burada da sahtekârlık
yapıp solmuş buğday getirdi (Alçaklığa bak ki ihtiyacı olduğunda bile
hıyanet ediyor, hem de Allah’a! Bu haliyle o, bu düzenin insan tipini
göstermektedir). Böylelikle, sunduğu kurban kabul edilmedi. Yine
sahtekârlık yaptı ve hevesinin yolunda Allah’ın sözüne kulak asmadı.
Hâbil’in (ki şikayetçi olmadığı, bir şey istemediği halde en güzel
devesini, en değerli servetini rabbine sunmuştu ve doğal olarak da
kurbanlığı kabul edilmişti) nâmertçe öldürüldü.



Hatta bu ikisinin ölüm olayı sırasındaki konuşmaları düşündürücüdür.
Kâbil, ölümle tehdit ederken Hâbil, yumuşaklık, şefkat ve teslimiyet
içinde şöyle der: “Ama ben sana el kaldırmam.”



Hâbil insanı, toplum ve düzeniyle, bu sadelik içerisinde, en küçük bir
direniş göstermeksizin ezildi. Kâbil insanı ve düzeniyse tekelci ve
mütecaviz duruma geldi.

Burada ben, bu öyküde cinsellik konusu iktisattan
daha güçlü ve öncelikli bir etken olarak gösterilmemiş midir? şeklinde
bir soru işareti koymuştum önceden. Burada Freudizm daha başarılı
görülmüyor mu? Bu karmaşada ilk kelime yine “kadın”dır. Yine aynı
şekilde babaları Adem’in serüveninde her şey Havva’dan başlamamış mıydı?




Ama, daha derin düşünürsek konunun bu basitlikte ve doğrultuda
olmadığını görürüz. Çatışmanın ilk kaynağının, Hâbil’in nişanlısına
Kâbil’in meyletmesi olduğu doğrudur; yani Freud haklıdır. Fakat, Freud
da “ilk etken”i -seksualite- tanımadan önce başka etken ya da etken ve
nedenler dizgesinin de bulunduğunu kabul ederse, burada bu öykünün
“cinsellik etkeninin öncelikli ve temel oluşu” esasıyla
çözümlenemeyeceğini kabul edecektir. Çünkü, Kâbil’in Hâbil’in
nişanlısına olan eğilimi nedeniyle anlaşmazlığı başlattığı doğru olmakla
birlikte, önsel bir konuyu gündeme getiren bir soru söz konusudur bundan
önce: Birincisi, bu iki kardeşten niçin Kâbil gösterir bu hassasiyeti?
Oysa her ikisinin de benzer tepkileri, birbirine yakın ve aynı ölçüde
taassup ve ayak diremeleri olmalı değil miydi? (Şu esasın anımsatılması,
burada önem taşımaktadır: Her ikisinin de her bakımdan benzer “veraset
ve çevre”leri bulunmaktaydı.)(3) İkincisi, böyle benzer koşullarda
bilimsel bakımdan iki kardeşten sadece biri böyle bir hassasiyet taşıyor
olsa bile niçin bu Kâbil olmuştur? Üçüncü ve önemli bir olgu olarak,
öykü metninden, bu ikisinin konuşmalarından, her birinin davranışından
ve ayrıca öyküyü anlatan Kur’an’ın görüşünden, Hıristiyanlık, özellikle
de Yahudilik metinlerinden, bunun yanında tefsirlerden, tarih
kitaplarından ve İslamî rivayet ve hikayelerden -bu görüş oldukça önemli
ve temel bir görüştür- Hâbil’in bir iyilik tipi Kâbil’in ise bir kötülük
tipi olarak tanındığı anlaşılmaktadır. “Karakter”den değil, “tip”ten söz
ediyorum. Örneğin, Kâbil’in sadece şehvetperestlik ya da maddecilik
hasleti taşıdığını, Hâbil’inse sadece dinî ya da duygusal bir özelliği
olduğunu söylemiyorum, hayır. Biri, kötü bir insanın, ötekiyse iyi bir
insanın tezahürüdür. Bu yüzden ben, Hâbil’in “sağlıklı fıtrî bir insan”
olduğu ve toplumsal düzenin, düzensiz ve insanlık dışı çalışma ve
iktisat hayatının onu “aline” etmediği, bozmadığı, kirletmediği,
saptırmadığı, kusurlu ve eğri hale getirmediği ve Marcuse’nin
söyleyişiyle “kırılmış”, düğümlü ve kirli ürünler elde etmediği sonucuna
vardım. Bu yüzden, babasını seven, kardeşine şefkat duyan, Allah’a iman
besleyen, hakka boyun eğen, saygılı ve takvalı bir adam olmasının ve
kardeşinin tersine, cinsel eğilim için onca coşku ve şevkle yanıp
tutuşmamasının yanı sıra Hâbil, güzellik karşısında da tepkisiz ve
duygusuz olamamıştır. Çünkü Kâbil’den kaynaklanan bunca kötülükler ve
sıkıntılar boyunca, hatta Kâbil’in kendisini ölümle tehdit etmesine
karşın, bir kez olsun, zahitçe bir tavırla “Gel ağabey, biz hayrından
vazgeçtik, önemi yok. O çirkin bacıyı al da başına çal.” dememiştir.
Hâbil bir insandır. “Adem’in Oğlu’dur; ne bir ek**** ne fazla. Bu öyküyü
nakleden bütün metinler de onu böyle betimlemek istemişlerdir. Bence bu,
şu nedenle olmuştur: Çelişki ve ayrılık bulunmayan bir toplumda
yaşıyordu; işi de bağımsız bir işti. Ne raiyet sahibiydi, ne de
şehriyarın kölesiydi.(4) Sadece insandı o. Herkesin, hayatın bütün
nimetlerinden, toplumun bütün maddi ve manevi olanaklarından eşit ve
ortaklaşa olarak yararlandıkları ve hep birlikte (ki birbirleriyle
kardeş de olacaktır) sağlıklı, güzel, şefkatli, temiz, saf, dost ve iyi
ruhun yetiştiği bir toplumdur Hâbil’in toplumu.



Kâbil, öz olarak kötü değildir. Onun özü, Hâbil’in özüdür. Hiç kimse,
kötü özlü değildir. Hepsinin özü, Adem’in özüdür. İnsan karşıtı
toplumsal bir düzende, sınıfsal bir toplumda, köleliği ve efendiliği
geliştiren bireysel mülkiyet rejiminde, insanları ya kurt, ya tilki, ya
da kuzu haline getiren bir rejimde ve bu düşmanlık, rekabet, taş
yüreklilik, paraya kulluk, aşağılık, açlık, oburluk, esaret,
kayıtsızlık, güç, para ve aldatmaca sahnesinde yaşam felsefesi, yağma,
çıkarcılık, tutsak etmek, sultacılık ve yemek üzerine kuruludur.
Söyleşmek, sövgüden, yalandan ve yağcılıktan ibarettir. Yaşamak,
zalimlik, zulme boyun eğmek, bencillik, aristokrasi, yığıcılık
[stokçuluk], boynu kalınlık ve kendini süslemeye düşkünlüktür. Toplumsal
ve insanî ilişkiyse, vurmak, yemek, emmek, emilmektir. İnsanlık
felsefesi de, olabildiğince lezzet, olabildiğince servet, olabildiğince
şehvet ve olabildiğince güçlenmektir. Her şey, döner dolaşır, kendine
tapınmaya geri gelir; her şeyin ve herkesin “ego” için, aşağılık kaba ve
haris ego için kurban edilmesine çıkar bütün yollar.

O zaman, iyi, temiz ve “şefkatli” Hâbil’in kardeşi,
Adem’in öz oğlu olan Kâbil, cinsel eğilimi (çok fazla güçlü ve delilik
derecesinde bir aşk olmayıp, tersine geçici bir heves olmakla birlikte)
uğruna rahatlıkla yalan söyleyen, rahatlıkla hıyanet eden, vicdanı
sızlamadan imanını batağa sürükleyen, hepsinden daha rahat bir biçimde
kardeşinin başını koparan bir varlık durumuna gelir. Bu işler, ondaki
cinsel eğilimin her şeyden kuvvetli olmasından değil (Bay Freud!),
tersine daha basit olarak, ondaki insanî erdemlerin oldukça
güçsüzleşmesinden, güçsüz bir hevesten daha güçsüz duruma gelmesinden
kaynaklanmaktadır. Sizin sözleriniz Bay Freud, eğer doru olsaydı ve
ondaki cinsel etken ona her işi yaptıracak kadar -ki yaptı!- güçlü
olsaydı, kurban sunulan yere kızıl tüylü en değerli deveyi götüren Hâbil
değil, o olurdu! Freud’un dediği doğru olsaydı, babasının önerisini
duyunca, ovaya koşup bütün harmanlarını ateşe veriyorken görmeliydik
Kâbil’i.



Oysa onun, elinden kaçırdığı aşkını elde etme yolunda Allah’ın rızasını
kazanmak için Allah’ın huzuruna bir demet buğday getirdiğini, hem de
öyle insafsızca ki solup sararmış bir buğday demeti getirdiğini
gördünüz!



Olayı bu denli ayrıntılı anlatmamın nedeni şuydu: Birincisi, öykünün
ahlakî bir öğüt oluşunu olumsuzlamak, olayın bundan daha ciddi boyutları
bulunduğunu ortaya koymak amacındaydım. İkincisi ise bu öykünün iki
kardeş arasında geçen bir davâ olmadığını, zaman sürecinde iki kanattan,
iki tarih hikâyesinden, parçalanmış insanlık serüveninden ve hâlâ
bitmemiş olan bir savaşın başlangıcından söz ettiğini anlatmak
istiyorum.



Hâbil kanadı, güçten düşürülmüş mahkûm kanattır; yani insan toplumlarına
egemen mülkiyet düzeni olan Kâbil düzeninin esiri ve tarihin öldürülmüş
kesimi durumundaki halktır. Bu savaş, Kâbil’in bayrağının nesilden
nesile egemen sınıfların ve Hâbil’in kanının diyet ve çağrısının da
nesilden nesile mirasçılarının -adalet, özgürlük ve gerçek iman yolunda
savaşım veren mahkûm halkın- eline geçtiği tarihin bitmeyen savaşıdır.
Bu savaş, bütün dönemlerde, her çağda bir başka biçimde sürüp
gitmektedir. Kâbil kanadının da silahı dindir, Hâbil kanadının da.



Bu yüzden, dinin dine karşı savaşı da tarihî bir savaştır. Toplumsal
şirki, sınıfsal farklılaşmayı yaymaya çalışan şirk diniyle, sınıfsal ve
sosyal birliği yaymaya çalışan tevhid dininin savaşıdır bu. Hâbil ile
Kâbil, şirkle tevhid, sınıfsal ve sosyal parçalanmayla adalet ve insânî
vahdet, aldatmaca, uyuşturma ve mevcut durumu iyi gösterme diniyle
bilinç, hareket ve devrim dini arasındaki bu tarihî savaş, âhir zaman
dek hep sürecektir. Kâbil ölecek, Hâbilci düzen yeniden gerçekleşecektir
o zaman. Bu zorunlu devrim, Kâbil tarihinin sonudur. Böylece, dünya
düzeyinde eşitlik gerçekleşir; sonunda tevhid ve insanî kardeşlik
istikrar kazanmayı başarır. İstikrar, adalet demek olup, tarih zorunlu
olarak oraya varacaktır. Evrensel bir devrim, tarihsel ve sınıfsal bir
öç alma biçiminde adalet, kesin olarak insan yaşayışının her yanına
yayılacak ve Allah’ın şu müjdesi yetişecektir: “Yeryüzünde çaresizlik ve
güçsüzlüğe düşmüş kimseleri insanların önderleri ve yeryüzünün varisleri
kılmak istedik.”



Bu Hâbil ve Kâbil savaşıyla başlayan ve bütün insan toplumlarında,
egemen düzen ile mahkum kesim arasında süregelen diyalektik karşıtlık
esasınca gerçekleşecek olan geleceğin zorunlu devrimidir. Tarihin
zorunlu yazgısı, adaletin “kıst”ın ve gerçeğin zaferi olacaktır.(5)
Her dönemde, her birey, aralarında sürekli savaş
bulunan bütün -tarih boyunca- bu iki kanatta yerlerini belirleme ve
seyirci kalmama sorumluluğunu taşımaktadır. Bu yüzden tarihin
belirleyiciliğine inanırken, tarihin zorunluluğu içerisinde bireysel
özgürlüğe ve bireyin insanî sorumluluğuna da inanıyorum; birbirine
aykırı bulmuyorum bu ikisini. Çünkü tarih, bilimsel bir küllî cebir
esasınca hareket halindedir; tıpkı doğa gibi. Ama “ben”, bir insan
bireyi olarak, seçmeliyim, tarih çizgisinde hareket etmeliyim; tarihin
belirleyiciliğinin bilim gücüyle hızlandırmalı ve ilerlemeliyim ya da
bilgisizlik, bencillik ve sınıfsal çıkarcılıkla onun karşısında durmalı
ve ezilmeliyim.



NOTLAR:



(1) Burada soydan değil, tip ve düzenden söz edildiğini anımsatırım.

(2)Müminlerden kimileri, insanlığın haramzadelikten kurtarmak amacıyla
Hâbil ve Kâbil’in nikahlarını şer’î kılmak için yeni çözüm yolları
yaratmışlardır, ama ne yazık ki artık geç olmuş, iş işten geçmiştir!
Fakat her ne olursa olsun, bu müminlerin hassasiyetleri, bu büyük ve
hayati güçlüğü çözmede gösterdikleri çabalar ve insanlığın ve özellikle
de Müslüman toplumun derdini paylaşmaları ve onlara karşı sorumluluk
duymaları takdir edilecek bir tutumdur.

(3)Yani örneğin, her ikisi kardeştir ama birinin sözgelimi Kum’da,
ötekinin de Paris’te okumuş, birinin “Feza” ve “Mekteb-i İslâm”
dergilerini, ötekininse “Zen-i Rûz” [Günün Kadını] ve “İn Hefte” [Bu
hafta] (Akşamcının yayın organı) dergilerini izlemiş olduğu ya da
kalıtsal bakımdan, örneğin Kâbil’in büyükannesinin “seyyide” olduğunu
söyleyemeyiz!

(4)Şair Sa’dî’nin şu dörtlügüne gönderme var (Çev.):

"Ben ne deveye binerim

Ne eşek olup yük altina girerim

Ne raiyetim vardır benim

Ne şehriyara köleyim."

(5)Adalet, hak isteme ve insanların haklarını korumsa anlamında olup
gruplar ve bireyler arasındaki bireysel ve hukukî ilişkilerle
sınırlıdır. Kıst ise, herkesin çalıştığı iş ve sahip olduğu hak
ölçüsünde, kanun bunu ister tanısın, ister tanımasın, herkesin payı
arasındaki eşitlik anlamındadır. Adalet, yargı kurumuyla, kıst ise
toplumsal alt yapı ile ilgilidir. Adaleti sağlamak için yargı kurumunu
ıslah etmek, kıst için ise iktisadî düzeni üst yapıda değil, alt yapıda
değiştirmek gerekir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Tarih Felsefesi nedir?Tarih Felsefesi hakkında...

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Acemi Forum Eğitim & Öğretim :: Ödevler & Tezler & Projeler :: Felsefe & Psikoloji -
Powered by phpBB © Acemi Forum
Copyright © 2007 By [-İDLE-] & adegerli33